Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

Mekke’nin Fethi

0 138

Peygamberimizin Mekke-i Mükerreme’yi fethi (630)
Mekkenin Fethi Nasıl oldu.
Mekke Fethi hazırlıkları
Mekke fethi detaylı anlatım

اِنَّ الَّذ۪ي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لَرَآدُّكَ اِلٰى مَعَادٍۜ قُلْ رَبّ۪يٓ اَعْلَمُ مَنْ جَآءَ بِالْهُدٰى وَمَنْ هُوَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ ﴿﴾
“Kur’an’ı(n tilavetini, tebliğini ve gereğince davranmayı) sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere (Mekke’ye) döndürecektir. De ki, “Rabbim hidayetle geleni ve apaçık bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”
(el-Kasas, 28/85

 

اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُب۪ينًاۙ ﴿﴾ لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَق۪يمًاۙ ﴿﴾ وَيَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْرًا عَز۪يزًا

“Biz, muhakkak sana, apaşikâr bir fetih yolu açtık. (Bu), geçmiş ve gelecek günahını, Allah’ın bağışlaması, senin üzerindeki nimetini tamamlaması, böylece seni doğru yola iletmesi içindir. Ve Allah’ın, sana çok şerefli bir muzafferiyetle yardım etmesi içindir”
(Fetih, 48/1-3)

Mekke:
Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şehir. O Kâbe ki, “Çok mübarek ve âlemlere hidâyet olan Beyt’tir.” Mübârekiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhî’nin mücessem bir delili olmasından ileri gelmektedir. İlk banisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (s.a.v.)’dir. Zamanla kaybolan ancak temelleri baki kalan Kâbe’yi daha sonra Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail yeniden inşa etmişlerdir.

Yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, tevhid inancından uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan Kureyş müşriklerinin eline geçmişti. Ne yazık ki onlar tevhidin sembolü olan Kâbe-i Muazzama’nın içi ve etrafını putlarla doldurmuşlardı. Müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.
Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (s.a.v.) ile Hz. İbrahim’in ruhaniyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalb ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu mübarek mabedin ve Mekke’nin bir an evvel müşriklerden temizlenmesi gerekiyordu. Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu. Ancak imkânlar buna elvermemişti; çünkü Müslümanlar henüz az ve zaîf bir durumda bulunuyorlardı. Peygamber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenâb-ı Hakk’ın müsait şartlar ihsan etmesini sabırla bekliyordu.
Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslâm olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslâm’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudileri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskocaman Bizans İmparatorluğuna Mûte Harbi’yle gözdağı verilmişti. Bütün bunlar, İslâm’ın ve Müslümanların, önüne geçilmesi imkânsız, büyük bir kuvvet hâlini almış olduğunu ortaya koyuyordu.
Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmişti. Ancak, ortada bir mâni vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler 10 sene birbirleriyle harb etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı. Ahde vefada zirve noktada bulunan Rasûl-i Kibriya Efendimiz, bu kutsî gayesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.

Kureyşliler’in Anlaşmayı Bozmaları:
Cenâbı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Anlaşmasının bir maddesi, Kureyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himayesine girebilme hakkını tanıyordu. Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa Kabilesi, Hz. Rasûlullah’ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir Kabilesi ise müşriklerin himayesini kabul ederek onların tarafını tutmuştu.

Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı. Bir gün, Benî Bekir Kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Rasûlullah’ı hicv ve tahkire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekir Oğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar. Kureyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Bekirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Sulh Anlaşması gereğince emin bulunan Huzaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunmayan Huzaalıları, tâ Mekke’nin içine kadar kovalarlar, Harem’de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Neticede, çarpışma, Huzaalılardan 23 kişinin öldürülmesiyle son bulur.
Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silâh gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Peygamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı. Ancak, Huzaalılar, bunları tanımışlardı.
Kureyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat bunun Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta korkuyorlardı.
Bu olay üzerine Amr b. Salim el-Huzâî yola çıkıp Medine’ye geldi. Rasûlullah’ın (s.a.v.) önünde durdu. Hz. Peygamber (s.a.v.) mescidde ashabının arasında oturuyordu. Amr, O’na olan biten hadiseyi anlattı ve yardım istedi.
Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: “Ey Amr b. Salim! Sana yardım edilecek!” Bu sırada Rasûlullah’a (s.a.v.) bir bulut gösterildi. Hz. Peygamber (s,a.): “Bu bulut, Kâ’boğullarına yardım edileceğine işarettir.” buyurdu.
Ebû Ya’la, Hz. Âişe (r.anhâ)’dan şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.)’in Ka’boğullarına yapılana öyle kızdığını gördük ki, O’nun kızdığı kadar bir kızmayı o zamana kadar hiç görme¬miştim. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Eğer Ka’boğullarına yardım etmez isem, Allah da bana yardım etmesin!” (Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid)

Kureyş Müşriklerine Mektup Gönderilişi:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:

“Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir Kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”
Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, akıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Peygamberimiz’in ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de te’yid etmiş oldular.
Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş kaplamaya başladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe kalblerini bir korku sardı. Hz. Rasûlullah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. “Git, muahedeyi yenile, mütareke müddetini de uzat.” dediler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabına şöyle dedi: “Ebû Süfyan, an¬laşmayı sağlamlaştırmak ve barış süresini uzatmak için yanınıza gelmek üzere bulunuyor galiba.”

Ebû Süfyan’ın Aracılığı:
Ebû Süfyan yola koyulup Medine’ye geldi. Kızı Ümmü Habîbe’nin evine gitti. Oturmak için Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yatağına doğru ilerle¬yince Ümmü Habîbe yatağı katlayıp ondan uzaklaştırdı. Bunu görünce: “Kızım, yavrum! Beni mi bu yataktan esirgedin, yoksa onu mu benden esir¬gedin?” diye sordu. O da: “Hayır, bu Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yatağıdır. Sen ise pis bir müşriksin.” diye cevap verdi. Ebû Süfyan: “Vallahi, benden sonra sana bir şer isabet etmiş.” dedi.

Hz. Ümmü Habibe, “Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyet’i nasîb etti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun!” dedikten sonra ilâve etti: “Babacığım! Senin gibi, Kureyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslâmiyet’e uzak kalır?” Ebû Süfyan’ın kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana! Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapageldiklerini bırakıp Muhammed’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrıldı.
Sonra, çıkıp Rasûlullah’ın yanına geldi ve O’nunla konuştu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) ona bir cevap vermedi. Ebû Süfyan, sonra Hz. Ebû Bekir’e gidip kendisi için Rasûlullah ile konuşmasını söyledi. Hz. Ebû Bekir: “Ben bunu yapamam” dedi. Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himayene al ve bunu halka bildir.” dedi. Hz. Ebû Bekir, “Benim himayemde bulunanlar, Rasûlullah’ın himayesinde bulunanlardır!”
Sonra Ömer b. Hattâb’a gidip onunla konuştu. Hz. Ömer: “Ben sizin için Rasûlullah’tan şefaat mı dileyeceğim?! Vallahi, eğer bir karıncadan başkasını bulamasam bile onunla size karşı savaşırım!” dedi.
Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün görmedim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ayrılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman! Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütarekeyi yenile ve müddetini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.” dedi.
Hz. Osman, “Benim himayemde bulunanlar, Rasûlullah’ın (s.a.v.) himayesinde bulunanlardır.” diyerek, bu hususta kendisine hiçbir yardımda bulunamayacağını ifade etti.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, Ali b. Ebî Tâlib’in evine gitti. Hz. Fâtıma da oradaydı. Hz. Hasan henüz bir çocuktu ve önlerinde emekle¬yip duruyordu. Ebû Süfyan: “Ey Ali, şu topluluk içinde akrabalık yönün¬den bana en yakını sensin. Ben bir iş için gelmiş bulunuyorum. Hiçbir şey elde edemeden, geldiğim gibi geri dönmeyeyim! Benim için Muhammed’e rica et!” dedi.
Hz. Ali: “Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan! Vallahi Rasûlullah (s.a.v.), hakkında konuşamayacağımız bir şeye karar vermiş durumdadır.” dedi. O zaman Ebû Süfyan, Fâtıma’ya dönerek şöyle dedi: “Şu oğluna emretsen de iki taraf arasında himayeci olsa, böylece dünyanın sonuna kadar Arapların efendisi olsa, olmaz mı?” Hz. Fâtıma: “Vallahi, benim bu oğlum ne halk arasında himayeci olacak yaşa gelmiştir; ne de herhangi biç kimse Rasûlullah’a (s.a.v.) karşı himayeci olabilir.” dedi.
Ebû Süfyan, Hz. Ali’ye dönerek: “Ey Ebû Hasan! Ben, işlerimin çok zorlaştığını görüyorum. Sen bana bir tavsiyede bulun.” dedi. Hz. Ali şöyle cevapladı: “Vallahi, ben senin için yararlı olacak bir şey bilmiyorum. Ama sen, Kinâneoğullarının ulu kişisisin. Kalk, iki taraf arasında himayeci olduğunu açıkla, sonra yurduna git.” Ebû Süfyan: “Bunun bana bir fayda sağlayacağını sanıyor musun!” diye sordu. Hz. Ali: “Hayır, vallahi bir faydası olacağını pek sanmıyorum. Fakat senin için bundan başka bir yol da yok?” dedi.
Bunun üzerine Ebû Süfyan, mescidde ayağa kalkıp: “Ey insanlar! Ha¬beriniz olsun ki, ben iki taraf arasında himayeci oluyorum.” dedi. Sonra de¬vesine bindi, dönüp gitti.
Ebû Süfyan, Kureyşlilere geldiğinde; “Ne haber var?” diye sordular. Dedi ki: “Muhammed’in yanına vardım ve onunla konuştum. Vallahi bana hiçbir cevap vermedi. Sonra Ebû Kuhâfe’nin oğluna gittim, ondan da bir hayır bu¬lamadım.
Sonra Ömer b. Hattâb’a gittim, onu baş düşman buldum. Sonra Ali’ye gittim. Onu kavmin en yumuşağı buldum. Ali bana bir yol gösterdi, ben de onu yaptım. Vallahi, bilmiyorum bu yaptığım şeyin bana bir faydası olur mu, yoksa olmaz mı?” Kureyşliler: “O sana ne tavsiye etmişti?” diye sordular. “Bana, iki taraf arasında himayeci olduğumu açıklamamı söyle¬mişti. Ben de öyle yaptım.” dedi. Kureyşliler: “Muhammed bunu geçerli gördü mü?” dediler. “Hayır.” dedi. O zaman Kureyşliler: “Yazıklar olsun sana! Vallahi adam seninle oyun oynamaktan başka bir şey yapmamış!” dediler. Ebû Süfyan da: “Hayır, fakat bundan başka da yapacak bir şey bulamadım ” dedi.

Müslümanların Savaşa Hazırlanmaları:
Rasûlullah (s.a.v.) müslümanlara yol için hazırlanmalarını emretti. Ailesine de kendisi için hazırlık yapmalarını söyledi.

Hz. Ebû Bekir, kızı Âişe’nin yanına geldiğinde onun Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yol hazırlıklarıyla meşgul olduğunu gördü. Şöyle dedi: “Bu hazırlıkları yapmanı sana Rasûlullah (s.a.v.) mi emretti kızım?” Hz. Âişe: “Evet.” dedi ve hazırlığına devam etti. Hz. Ebû Bekir: “Sence nereye gitmek istiyor olabilir?” diye sorunca Hz. Âişe: “Hayır, vallahi bilmiyorum.” cevabını verdi.
Bu taktiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvuruyordu. Çünkü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil! Teslime mecbur bırakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslâm’a kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi!
Derken Rasûlullah (s.a.v.) müslümanlara, Mekke’ye doğru gideceklerini bildirdi. Kendilerine iyice hazırlık yapmalarını emretti. Sonra şöyle dua etti: “Allah’ım! Yurtlarına ansızın varabilmemiz için Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, engelle.” Müslümanlar hazırlıklarını sürdürdüler.

Hâtib’ın Kureyşlilere Haber Vermeye Kalkışması:
Bu sırada Hâtıb b. Ebî Beltea, Rasûlullah’ın (s.a.v.) kendilerinin üzerine yürüdüğünü haber vermek için Kureyşlilere bir mektup yazdı. Mektubu bir kadına verdi. Bunu Kureyşlilere ulaştırması için ona bir ücret ödedi. Kadın, mektubu başında saç örgüleri arasında gizledi. Sonra böylece yola koyuldu. Rasûlullah’a (s.a.v.) Hâtıb’ın yaptığı şey hakkında gökten haber ulaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ali ile Zübeyr’i gönderdi. İbn-i İshak’ın dışındakiler: Ali, Mikdad ve Zübeyr’i gönderdi, diyorlar. Rasûlullah (s.a.v.) onlara dedi ki: “Hemen gidin! Hâh bahçesine vardığınızda, yanında Kureyşlilere bir mektup götüren bir kadını hayvanı üzerinde bulacaksınız.”

Hz. Ali ile Zübeyr hemen atlarını koşturup gittiler. Sözü geçen yerde ka¬dını buldular ve hayvanından indirdiler. Dediler ki: “Yanındaki mektup ne¬rede?” Kadın: “Yanımda mektup yok benim.” dedi. Eşyasını aradılar fakat bir şey bulamadılar. O zaman Hz. Ali (r.a.) kadına dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki Rasûlullah (s.a.v.) hiçbir zaman yalan söylememiştir, biz de yalan söylemiyoruz! Vallahi, ya mektubu çıkarırsın, ya da seni soyacağız!” Kadın onun ciddi olduğunu görünce: “Yüzünü çevir.” dedi. O da yüzünü çevirdi. Kadın, saç örgülerini açıp arasından mektubu çıkarttı ve onlara verdi. Onlar da mektubu Rasûlullah’a (s.a.v.) getirdiler. Baktılar ki mektup Hâtıb b. Ebî Beltea tarafından Kureyşlilere yazılmış ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) onlar üzerine yürümekte olduğunu haber veriyor.
Rasûlullah (s.a.v.) hemen Hâtıb’ı çağırttı ve sordu: “Bu nedir ey Hâtıb?” Hâtıb dedi ki: “Hakkımda hüküm vermekte acele etme ya Rasûlallah! Val¬lahi ben, Allah’a ve Rasûlü’ne iman etmiş bir kimseyim. Ben dinimden dönmedim ve dinimi değiştirmedim. Ben Kureyşliler arasında yanaşma bi şeydim, onlardan değildim. Benim onlar arasında ailem, akrabalarım ve çocuklarım var. Bunları himaye edecekleri bir akrabalık da yok aramızda. Senin yanında bulunanların ise orada kendilerini koruyacak akrabaları var. İste¬dim ki, bundan böyle onların yanında taraftarım olsun da akrabalarımı hi¬maye etsinler.”
Ömer b. Hattâb dedi ki: “İzin ver bana ya Rasûlallah, şunun boynunu vurayım! Bu adam Allah’a ve Rasûlü’ne hiyanet etmiştir, münafıklık yap¬mıştır!” Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “O, Bedir savaşında bulunmuştur. Ne biliyorsun ey Ömer; belki de Allah, Bedir savaşma katılmış olanlara bakıp: ‘İstediğinizi yapın. Ben sizi bağışlamışımdır.’ buyurmuştur.” Hz. Ömer’in gözleri doldu ve: “Allah ve Rasûlü en iyi bilendir.” dedi.
Bunun üzerine Allah (c.c.) şu âyeti indirdi: “Ey İman edenler! Eğer benim yolumda cihad etmek ve rızamı elde etmek için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları kendilerine sevgi sunarak, sevgi sebebiyle onlara sır vererek dost edinmeyin. Hâlbuki onlar size gelen hakkı inkâr ettiler. Rabbiniz olan Allah’a inandınız diye Resülü ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben ise sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa mutlaka doğru yoldan sapmıştır.” (el-Mumtehine, 60/1)

Maksadı Belli Etmeme:
Peygamberimiz Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için, Ebû Katade Hazretlerini askerî bir birlikle İzam Vadi’si tarafına gönderdi. Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.

Ordunun Toplanması:
O zamana kadar Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve âhiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi.

Nebîyy-i Ekrem Efendimiz’in bu davetini duyan birçok kabile, Ramazan ayı başında Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı.
Gönülleri Allah ve Rasûlü’nün muhabbetiyle coşup taşan 10 bin mücâhid, Medine’de hazır bekliyordu. Bunların 700’ü Muhacirlerdendi. Beraberlerinde 300 at vardı. Ensâr’ın mevcudu ise dört bin idi. Onların da yanında 500 at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslümanlar teşkil ediyordu.

Medine’den Yola Çıkış:
Rasûlullah (s.a.v.), İslâm orduları ile hicrî 8. yılı Ramazanı’nın on günü geçtikten sonra fetih için yola çıktı. Medine’de, Ebû Rühm Külsûm b. Husayn el-Gifarî’yi vekil bıraktı. İbn-i Sa’d ise, Abdullah b. Ümmi Mektûm’u vekil bıraktı, demektedir.

İbn-i Abbâs şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.) Medine’den Ramazan’da çıktı. Kendisiyle beraber on bin mücâhid vardı. Bu hareket tarihi, Medine’ye gelişinden itibaren sekizinci yılın başında ve altı ay geçedir. Bu tarihte Rasûlullah ve beraberindeki müslümânlar Mekke’ye doğru yürüdüler. Kendisi oruç tutuyordu, sahâbîleri de oruç tutuyorlardı. Kedîd mevkiine varınca -ki bu Usfân ile Kudeyd arasında bir sudur- Rasûlullah iftar etti. Sahâbîler de iftar ettiler.” (Buhârî, Mekke Fethi Gazvesi Ramazan’da Oldu Babı)
Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katade de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman gelip İslâm Ordusu’na iltihak etti.

Ordunun Savaş Düzenine Girişi:
Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas. Ensâr’ın ise, 12 bayraktarı vardı. İslâm Ordusu’nda ayrıca Eşca’ların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda 14 de sancaktar vardı. Bunların üçü Müzeynelerin, ikisi Eşlemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka’b Oğullarının, ikisi ise Süleymlerin idi.

Bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İslâm Ordusu’yla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini emretti; sonra, “Ey Abbas! Sen Muhacirlerin sonuncususun!” buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimiz’in yanından ayrılmadı.

Ebû Süfyan b. Hâris’in Müslüman Oluşu:
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile yolda karşılaşanlar arasında, Ebû Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Bu ikisi O’nunla Ebvâ’da karşılaşmışlardı. Biri amcasının, diğeri de halasının oğlu idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlarla karşılaştığında, kendilerinden gördüğü eza ve hicivler sebebiyle yüzünü çevirdi. Ümmü Seleme O’na dedi ki: “Amcanın oğlu ile halanın oğlu senin için insanların en şakisi olamazlar.”

Ebû Ömer (İbn-i Abdilber)’in anlattığına göre Hz. Ali, Ebû Süfyan’a şöyle dedi: “Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanına ön tarafından varıp O’na, kardeşlerinin Hz. Yusuf’a söyledikleri: ‘Allah’a yemin olsun ki; Allah, seni bizden üstün kıl¬mıştır. Doğrusu biz sana yaptıklarımızda suçlu idik.’ sözünü söyle. Bun¬dan daha güzel bir sözün bulunabilmesi asla mümkün değildir.” Ebû Süfyan b. Hâris de böyle yaptı. O zaman Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle cevap verdi: “Bugün si¬ze hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın. O, merhamet edicilerin en merhametlisidir.”
Bundan sonra Ebû Süfyan iyi bir müslüman oldu. Denilmiştir ki: Müslüman olduktan sonra, kendisinden utandığı için hiçbir zaman başını kaldırıp Rasûlullah’a (s.a.v.) bakmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) onu seviyordu. Ona cennete gireceğini haber vermişti? Hz. Peygamber (s.a.v.): “Hamza’ya halef olmasını ümid ediyorum.” buyurmuştu. Vefatı yaklaştığı sırada Ebû Süfyan b. Hâris dedi ki: “Benim için sakın ağlamayın. Vallahi, müslüman olduğumdan beri hiçbir kötü söz söylemedim.”

Merrizzahrân’da Konaklama:
Rasûlullah (s.a.v.) Merruzzahrân’a varıp konakladığı zaman yatsı vakti gelmişti. Orduda bulunanlara ateş yakmalarını emretti ve on bin ateş yakıl¬dı. Hz. Peygamber (s.a.v.) gece nöbetçilerinin başına Ömer b. Hattâb’ı (r.a.) görevlendirdi.

Rasûli Ekrem Efendimiz, İrak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabîlere emretti ve, “Size, onların kararmış olanlarını toplamanızı tavsiye ederim; çünkü, en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!” buyurdu.
Sahabîler merakla, “Yâ Rasûlullah! Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular. Rasûli Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ecyad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını otlatırdım.” diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, Peygamberimiz’in Huzurunda:
Allah Teâlâ, Kureyşlilerin haber almasını engellemişti. Korku ve bekle¬yiş içindeydiler. Ebû Süfyan çıkıp haber toplamaya çalışıyordu. Onunla birlikte Hakîm b. Hizam ile Büdeyl b. Verkâ, söylentileri araştırmak için çıktılar.

Abbas, Rasûlullah’ın (s.a.v.) boz katırı Beyzâ’ya binip çıktı. Rasûlullah (s.a.v.) savaşarak zorla Mekke’ye girmeden önce, Kureyşliler gelip O’ndan emân istesinler diye haber vermek için Kureyşlilere göndermek üzere bir oduncu veya herhangi bir kimse arıyordu.
Abbas anlatıyor: Vallahi, ben bu maksatla dolaşıyorken Ebû Süfyan b. Harb ile Büdeyl b. Verkâ’nın sesini işittim. Aralarında konuşuyorlardı. Ebû Süfyan diyordu ki: “Bu geceki kadar çok ateşi ve askeri hiçbir zaman görmedim ben.” Büdeyl ise şöyle diyordu: “Bunlar vallahi Huzaalılar! Onları harp ateşi bir araya getirmiş.” Ebû Süfyan: “Huzâalıların ateşleri ve askerleri bunlardan daha az ve daha önemsizdir.” dedi.
Ebû Süfyan’ın sesini tanı¬dım ve: “Ey Ebû Hanzala!” dedim. O da benim sesimi tanıdı; “Ebû Fadl, sen misin?” dedi. “Evet” dedim. “Babam anam sana feda olsun, ne haber var?” diye sordu. Ben: “Bunlar Rasûlullah (s.a.v.) ve arkadaşlarıdır. Vallahi, Kureyş’in sabahı pek yaman olacak!” diye cevapladım. Ebû Süfyan: “Peki, çare nedir, babam anam sana feda olsun?” diye sordu. Şöyle dedim: “Vallahi, eğer sana karşı zafer elde ederse muhakkak boynunu vuracaktır. Şu katırın arkasına bin de seni Rasûlullah’a (s.a.v.) götüreyim ve senin için emân dileyeyim.” Terkime bindi. İki arkadaşı dönüp gitti. Ebû Süfyan’ı alıp gö¬türdüm.
Müslümanların yaktığı ateşlerden her birinin yanına geldiğimizde “Kim bu?” diye soruyorlardı. Rasûlullah’ın katırını ve benim de üzerinde olduğumu gördüklerinde “Rasûlullah’ın (s.a.v.) amcası, O’nun katırına binmiş.” diyorlardı. Ömer b. Hattâb’ın ateşinin yanından geçerken “Kim o?” dedi ve ayağa kalktı. Hayvanın terkisinde Ebû Süfyan’ı görünce şöyle dedi:
“Allah düşmanı Ebû Süfyan! Seni anlaşmasız ve sözleşmesiz olarak ele ge¬çirmeye imkân veren Allah’a hamdolsun.” Sonra süratle Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanına doğru yürüdü. Katırı topukladım da onu geçiverdi. Hemen katırdan inip Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanına girdim. Ömer de bu sırada yanına gelip dedi ki: “Yâ Rasûlallah! İşte Ebû Süfyan! Bana izin ver de boynunu vurayım!” Ben: “Yâ Rasûlallah! Ben onu himayeme aldım” dedim ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanına geçip oturdum.
Ebû Süfyan’ın başını tutup “Vallahi, bu gece benden başka hiç kimse onunla baş başa kalmayacak” dedim. Ömer, onun hakkındaki isteğinde ileri gidince dedim ki: “Yavaş ol ey Ömer! Vallahi, eğer Adiyyoğullarından bir adam olsaydı o zaman böyle demezdin.” Hz. Ömer: “Yavaş ol ey Abbas! Vallahi, babam Hattâb eğer müslüman olsaydı ona senin müs¬lüman oluşuna sevindiğim kadar sevinmezdim. Çünkü biliyorum ki, Rasûlullah (s.a.v.) da senin müslüman oluşuna sevindiği kadar Hattâb’ın müslüman oluşuna sevinmezdi.” dedi.
Rasûlulah (s.a.v.): “Ey Abbas, onu senin çadırı¬na götür de sabah olunca bana getir.” buyurdu. Ebû Süfyan’ı alıp götürdüm. Sabah olunca tekrar Rasûlullah’a (s.a.v.) getirdim. Rasûlullah (s.a.v.) onu gö¬rünce şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyan! Allah’tan başka ilâh olmadığını anlama zamanın daha gelmedi mi?” Ebû Süfyan: “Babam, anam sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asil ve ne iyiliksever insansın! Yemin olsun ki Allah ile birlikte O’ndan başka bir ilâh olsaydı eğer, şimdiye kadar bir faydası olurdu zannediyorum.” dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) dedi ki: “Yazık¬lar olsun sana ey Ebû Süfyan! Benim Allah Rasûlü olduğumu anlayacağın vakit daha gelmedi mi?” Ebû Süfyan dedi ki: “Babam anam sana feda olsun! Ne yumuşak huylu, ne asil ve ne iyiliksever insansın! Bu konuya gelince, şimdi bile hâlâ içimde bazı kuşkular var.”
Bunun üzerine Abbas ona şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Müslüman ol! Boynun vurulmadan önce Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed’in, Allah’ın Rasûlü olduğunu kabul et.” Nihayet Ebû Süfyan, hakkı kabul edip şehadet getirdi ve müslüman oldu.
Abbas dedi ki: “Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyan, övünmeyi çok seven bir adamdır. Ona bir lütufta bulunsan olmaz mı?” Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Olur. Kim Ebû Süfyan’ın evine girerse güven içerisinde olur. Kim kapısını kapayıp evinde oturursa o güven içerisindedir. Kim Mescid-i Haram’a girerse o da güven içerisindedir.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) Abbas’a, Allah’ın ordusu geçerken görsün diye Ebû Süfyan’ı vadinin en dar yerinde, boğazın yakınında dağın başlangıç yerinde tutmasını emretti. O da böyle yaptı. Kabileler, bayraklarıyla geçiyordu. Her bir kabile oradan geçerken, “Ey Abbas, bu kim?” diye soruyordu. (Abbas der ki): “Ben de; Süleymliler” diyordum. O zaman: “Süleymlilerle aramda bir kavga yok.” diyordu.
Sonra başka bir kabile geçiyordu, yine soruyordu: “Ey Abbas, bunlar kim?” Ben: “Müzeyneliler” diyordum. “Müzeynelilerle aramda bir kavga yok” diyordu. Nihayet kabileler bitti. Geçen kabilelerden bana sormadığı hiçbiri kalmadı. Ben, kabileyi kendisine söylediğimde, benimle bunlar arasında bir kavga yok, diyordu. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), Muhacirler ile Ensar’dan meydana gelen kalabalık bir alay içeriside geçmeye başladı.
Birliktekilerin her biri zırhlara bürünmüş, gözlerinden başka bir yerleri görünmüyordu. Ebû Süfyan dedi ki: “Sübhanallah, ya Abbas! Bunlar kim?” Ben: “Bunlar Muhacirler ve Ensar’la birlikte Rasûlullah’tır” dedim. Dedi ki: “Bunlara hiç kimse dayanamaz, hiç kimse güç yetiremez.” Sonra şöyle dedi: “Vallahi ey Ebû Fadl! Kardeşinin oğlunun saltanatı bugün pek büyük olmuş!” Abbas diyor ki: “Ey Ebû Süfyan, dedim; bu peygamberliktir!” Ebû Süfyan: “Evet, anladım.” dedi. Ben de: “Git, kavmini uyar” dedim.
Ensar’ın bayrağı Sa’d b. Ubâde’de idi. Ebû Süfyan’ın önünden geder¬ken ona dedi ki: “Bugün en büyük savaş günüdür. Bugün (Kâbe’de savaşın) helâl kılınacağı gündür. Bugün Allah, Kureyşlileri hor ve hakir kılacaktır!”
Rasûlullah (s.a.v.) Ebû Süfyan’ın hizasına geldiği zaman Ebû Süfyan dedi ki: “Yâ Rasûlullah! Sa’d’in ne söylediğini işitmedin mi?” Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ne söyledi?” diye sordu. Ebû Süfyan, şöyle şöyle söyledi, diye anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf dediler ki: “Yâ Rasû¬lallah! Biz onun Kureyşlilere saldırıp saldırmayacağından emin değiliz.” Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hayır. Bugün Kâbe’nin şanının yüceltileceği bir gündür.
Bugün Allah’ın Kureyşlileri (İslâmiyetle) yücelteceği bir gündür.” Sonra Rasûlullah (s.a.v.) Sa’d’a haber göndererek sancağı ondan aldı ve oğlu Kays’a verdi. Sancak, oğlu Kays’ta olunca, Sa’d’ın elinden çıkmamış sayıla¬cağını düşündü. Ebû Ömer (İbn-i Abdilber) diyor ki: Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) sancağı Sa’d’dan alınca Zübeyr’e vermiştir.
Ebû Süfyan, yürüyüp Kureyşlilerin yanına vardı. En yüksek sesiyle şöyle bağırdı: “Ey Kureyş topluluğu! İşte Muhammed, karşısında dayanamaya¬cağınız kadar büyük bir kuvvetle yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Kim, Ebû Süfyan’ın evine girerse; güvencededir.” Hind binti Utbe kalkıp geldi, bıyığın¬dan yakalayıp: “Şu yağ tulumunu, ince bacaklıyı öldürün! Kavminin ne kötü bir öncüsüdür bu!” dedi. Ebû Süfyan dedi ki: “Yazıklar olsun size! Siz bu tutumunuzla kendinizi aldatmayın. O, sizin karşı koyamayacağınız bir or¬duyla başucunuza gelmiş bulunuyor.
Kim Ebû Süfyan’ın evine girerse güven¬cededir. Kim Mescid-i Haram’a girerse güvencededir.” Kureyşliler dediler ki: “Allah seni kahretsin! Senin evinin bize ne kadar faydası olabilir?” Dedi ki: “Kim evine girip kapısını kapatırsa güvencededir. Kim Mescid-i Haram’a gi¬rerse o da güvencededir.” Bunun üzerine insanlar, evlerine ve Mescid-i Ha¬ram’a gitmek üzere dağıldılar.

Mekke’ye Yürüyüş:
RasûluIIah (s.a.v.) yürüdü, yukarı tarafından Mekke’ye girdi. Burada ken¬disine bir çadır kuruldu. Peygamberimiz, Mekke’ye girmek için ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol… Kumandan, “Seyfullah” unvanının sahibi Hz. Hâlid b. Velid’di. Mekke’ye aşağı taraftan girecekti.

Sol kol… Kumandan Hz. Zübeyr b. Avvam idi. Şehre yukarıdan, Küdâ denilen mevkiden girecekti.
Üçüncü kol Sa’d b. Ubade kumandasındaydı ve Ensâr birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre girecekti.
Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü kola Ebû Ubeyde b. Cerrah kumanda ediyordu. O da, Mekke’nin üst tarafından ilerleyecekti.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Halid ve yanındakilere şöyle dedi: “Eğer Kureyşlilerden biri size karşı koyarsa, onları ekin biçer gibi biçin! (Yarın) benimle buluşma yeriniz Safa tepesidir.” Karşılarına kim çıktıysa hepsini yere serdi¬ler. Kureyş’in serkeşleri ve ayak takımı, İkrime b. Ebû Cehil, Safvân b. Ümeyye ve Süheyl b. Amr’ın önderliğinde müslümanlarla çarpışmak üzere Handeme’de toplandılar.
Bekiroğullarından Himâs b. Kays b. Halid, RasûluIIah (s.a.v.) Mekke’ye girmeden önce silahlarını hazırlıyordu. Karısı: “Bunları niçin hazırlıyorsun?*’ diye sordu. Himâs: “Muhammed ve arkadaşları için.” dedi. Karısı: “Vallahi, Munammed ve arkadaşlarına hiç kimsenin karşı durabileceğini zannetmi¬yorum.” dedi. Himâs: “Vallahi, ben onlardan bazılarını esir alıp sana hizmetçi yapmayı bile ümid ediyorum.” dedi.

Bazı Mekkeliler’in Karşı Koymaya Çalışması:
Sonra Himâs, Handeme’de, Safvân, İkrime ve Süheyl b. Amr’a katıldı. Müslümanlar bunların yanlarına gelince, ok ve mızraklar atmaya başladılar. Müslümanlardan Kürz b. Câbir el-Fihrî île Huneys b. Halid b. Rabîa öldürüldü. Bu ikisi Halid b. Velid’in süvari birliğindeydiler. Ondan ayrılmışlar ve başka bir yol tutturmuşlardı. İkisi de öldürüldü. Müşriklerden ise on iki civarında adam öldürülmüştü. Müşrikler yenildiler. Silahlarını hazırlamış olan Himâs da yenilip kaçanlar arasındaydı. Evine girdi ve karısına dedi ki: “Ka¬pıyı üzerime kapa!” Karısı: “Hani dediğin nerede kaldı?” dedi.

Ebû Hureyre der ki: Rasûlullah (s.a.v.) ilerleyip Mekke’ye girdi. İki ka¬nattan birinin başında Zübeyr’i, diğerinin başında Halid b. Velid’i gönderdi. Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı da, zırhsızlara komutan yapıp gönderdi. Sonra va¬dinin ortasından yürüyüşe geçtiler.
RasûluIIah (s.a.v.) da kendi bölüğünün içe¬risinde idi. Ebû Hureyre diyor ki: Kureyşliler birtakım serserileri toplamışlardı. Diyorlardı ki: “Bunları ileri sürelim. Şayet Kureyş’in lehine bir durum olur¬sa biz de onlarla birlik oluruz. Eğer yenilirlerse istediklerini onlara veririz.” RasûluIIah (s.a.v.) “Ey Ebû Hureyre!” diye seslendi. Ben: “Buyur, emret ya Rasûlallah!” dedim. “Bana Ensar’ı çağır. Ensar’ımdan başkası gelmesin.” buyurdu.
Ebû Hureyre çağırdı. Hemen gelip Rasûlullah’ın (s.a.v.) etrafında toplandılar. Şöyle buyurdu: “Kureyş’in serserilerini ve onlara katılanları görü¬yor musunuz?” Sonra iki elini birbiri üzerine kavuşturarak: “Benimle Safa’da buluşuncaya kadar onları ekin biçer gibi biçiniz!” dedi. Sonra ayrıldık. Artık bizden her isteyen dilediğini öldürüyordu. Ama onlardan hiçbiri bize bir şey yapamıyordu.
Rasûlullah’ın (s.a.v.) bayrağı Hacûn’da, Mescid-i Feth’in bulunduğu yer¬de dikildi.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Kâbe’de:
Sonra Rasûlullah (s.a.v.) kalktı. Rasûlullah (s.a.v.) Zituva’ya gelince, bineği üzerin¬de, başında Yemen işi bir Sarığıyla bulunuyordu. Başını Allah’ın hu¬zurunda eğmiş, fethi kendisine nasib etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildiriyordu. Öyle ki, neredeyse sakalının ucu hayvanın yelesine değiyordu.

Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy indiği zaman Veraka b. Nevfel’le arasında geçen: “Bu gördüğün, Allâh Teâlâ`nın Mûsâ (a.s.)’a tenzîl ettiği Nâmûs (-u Ekber)dir. (Yani Cebrail’dir.) Ah keşki senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!”. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.): “Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sordu. O da: “Evet. (Zira) senin gibi bir şey getirmiş (yani vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şâyed senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim.” konuşmasından 21, hicretten de 8 sene sonra tekrar Mekke’ye dönüyordu.
Muhacirler ve Ensar, önünü arkasını ve etrafını sarmışlardı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi, onu selâmladı. Sonra Kâbe’yi tavaf etti. Elinde bir yay vardı. Kâbe’nin etrafında ve üzerinde üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile putlara dürtüyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkumdur.” “Hak geldi. Batıl, ne yoktan bir şeyi var edebilir, ne de yok olanı tekrar diriltebilir.” Putlar yüzleri üstü birbiri üze¬rine devriliyordu.
İbn-i Abbas (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.v.) fetih günü (Kâbe’ye) girdi. Hâlbuki Kâbe’de üçyüzaltmış tane put vardı. İblis onların ayaklarını kurşunla berkitmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.), asası beraberinde olduğu halde, geldi.
Asasıyla bir puta dokundukça, her put, yüzü üzerine yere düşüyordu ve Peygamber (s.a.v.) de her putun yanına geldiğinde: “Hak geldi, batıl yok oldu. Muhakkak batıl yok olucudur.” diyordu.” (Taberânî, Mu’cem’ul-Kebîr, (101339); Bezzâr, Keşfu’l-Estâr, (2/345))
Peygamber (s.a.v.) tavafı devesi üzerinde yapıyordu. O gün ihramlı değil¬di. Yalnız tavafla yetindi. Tavafı tamamlayınca Osman b. Talha’yı çağırdı. Kâbe’nin anahtarlarını kendisinden aldı. Kapının bununla açılmasını emret¬ti, kapı açıldı. İçeriye girdi. Kâbe’nin içindeki resimleri gördü. Hz. İbrahim (s.a.v.) ile Hz. İsmail (s.a.v.)’in fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gör¬dü. Buyurdu ki: “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!”
Hz. Peygamber (s.a.v.), Kâbe’nin içinde öd ağacından yapılmış bir güver¬cin heykeli gördü. Bunu kendi eliyle kırdı. Resimlerin yok edilmesini emret¬ti, resimler silindi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) kapıyı üzerine kapattırdı. Üsâme, Bilâl ve Osman b. Talhâ da içerideydi. Kapının karşısına gelen duvara doğru, üç arşın kalıncaya kadar ilerledi. Burada durup namaz kıldı. Sonra Beytullah’ın içinde dolaşıp bir köşesinde tekbir getirdi, Allah’ı birledi. Sonra kapıyı açtı.
Bu sırada Kureyşliler sıra sıra Mescid-i Haram’a doluşmuşlar, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ne yapacağını gözlüyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekkelilerle:
Hz. Peygamber (s.a.v.) kapının sövelerine tutundu. Kureyşliler kapı altında idiler. Şöyle buyurdu:
“Allah’tan başka ilâh yoktur. O yegânedir, O’nun ortağı yoktur. O, vadini yerine getirdi ve kuluna yardım etti. Bütün düşmanları tek başına boz¬guna uğrattı. İyi bilin ki, cahiliye çağına ait her şey, mal ve kan davaları, Beytullah’ın perdedarlığı ile hacılara su dağıtma âdetleri dışında hepsi de şu iki ayağımın altındadır, kaldırılmıştır. İyi bilin ki, kamçı ve sopa ile yapılan yarı kasıtlı (şibhu’1-amd) hatâen adam öldürmenin ağır bir diyeti vardır. Bu da, içlerinden kırkının karınlarında yavruları olmak şartıyla yüz devedir.

Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi sizden kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem’¬den, Âdem de topraktan yaratılmıştır!”
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) şu âyeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüp¬hesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”
Sonra şöyle buyurdu: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı sanıyorsunuz?” Kureyşliler: “Hayır yapacağını. Sen iyi bir kardeşsin, iyi bir kardeş oğlusun.” dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu: “Ben, size Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: “Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.” Gidin, sizler serbestsiniz!”

Kâbe’nin Anahtarları:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Mescid-i Haram’da oturdu. Hz. Ali O’na doğru geldi. Kâbe’nin anahtarı elindeydi. Dedi ki: “Yâ Rasûlallah! Kâbe perdedarlığı (hicâbe) ile hacılara su dağıtma (sikâye) işini bize ver. Allah’ın selâ¬mı üzerine olsun.” Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu: “Osman b. Talha nerede?” Çağırdılar, geldi. Ona şöyle dedi: “İşte anahtarın ey Osman. Bugün iyilik ve vefa günüdür.”

İbn-i Sa’d, Tabakat’ında, Osman b. Talha’nın şöyle dediğini naklediyor: Biz cahiliye döneminde Kâbe’yi pazartesi ve perşembe günleri açıyorduk. Ra¬sûlullah (s.a.v.) bir gün halk ile birlikte Kâbe’ye girmek için gelmişti. Ben ken¬disine sert davranmış ve dil uzatmıştım. O ise bana yumuşak davranarak: “Ey Osman! Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O za¬man onu istediğime vereceğim.” demişti. Ben de: “O gün, Kureyş’in mahvolup kıymetten düşeceği gün olacaktır.” demiştim. Buna karşılık: “Hayır. Asıl o zaman Kureyş yaşayacak ve üstün olacaktır.” diye cevap vermiş ve Kâbe’¬ye girmişti. Bana söylediği bu söz, hiç aklımdan çıkmamış ve bir gün olacak diye hep beklemiştim.
Fetih günü olunca bana dedi ki: “Ey Osman! Anahta¬rı bana getir.” Ben de getirdim. Anahtarı benden aldı, sonra tekrar bana geri verdi ve dedi ki: “Ebedî bir miras olarak ve temelli kalmak üzere bunu alın. Onu sizin elinizden ancak zalim olan alabilir. Ey Osman! Allah Teâlâ, Beyt’ini size emanet ediyor. Bu Beyt sebebiyle size ulaşacak şeyleri meşru olarak yiyiniz.” Osman b. Talha devamla şöyle anlatıyor: Dönüp gidiyordum, Hz. Peygamber beni çağırdı. Geri dönüp gittim. Bana dedi ki: “Sana vaktiyle söy¬lediğim şey aynen olmadı mı?” İşte o anda hemen hicretten önce Mekke’de iken bana söylemiş olduğu “Umulur ki bir gün sen bu anahtarı benim elimde göreceksin. O zaman onu istediğime vereceğim.” sözünü hatırladım ve dedim ki: “Evet, şahitlik ederim ki sen, şüphesiz Allah Rasûlü’sün!”
Saîd b. Müseyyeb’in naklettiğine göre Abbas, o gün anahtarı Haşimoğullarından bazı adamların gözetimine almak istemişti. Fakat Rasûlullah (s.a.v.) anahtarı Osman b. Talha’ya geri verdi.

Bilâl-i Habeşî’nin Kâbe’de Ezan Okuması:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Bilâl’e, Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan oku¬masını emretti. Bu sırada Ebû Süfyan b. Harb, Attâb b. Esîd, Haris b. Hi¬şâm ve Kureyş’in ileri gelenleri Kâbe avlusunda oturuyorlardı. Attâb dedi ki: “Allah (babam) Esîd’e lütfetti de duyduğunda hiç hoşlanmayacağı şu sesi ona işittirmedi.” Haris şöyle dedi: “Vallahi, O’nun gerçek peygamber olduğunu bilseydim muhakkak kendisine tâbi olurdum.” Ebû Süfyan ise şöyle dedi: “Vallahi, ben hiçbir şey söylemeyeceğim. Eğer konuşursam şu çakıl taşları bile söylediklerimi haber verirler.” İşte bu esnada Hz. Peygamber yanlarına çıkıp geldi ve onlara dedi ki: “Ben sizin söylediklerinizi biliyorum!” Sonra konuşulanları aynen onlara tekrarladı. Haris ve Attâb o zaman dediler ki: “Biz şahitlik ederiz ki sen, Allah’ın Rasûlü’sün! Vallahi, bu söylediklerimi¬ze, hiçbir kimse yanımızda bulunup da vâkıf olmadı ki, o sana haber verdi diyelim!”

Fetih Namazı:
Sonra Rasûlullah (s.a.v.), Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’nin evine girdi ve gusül yaptı. Onun evinde sekiz rekât namaz kıldı. Kuşluk vaktiydi. Bu yüzden bazıları bu namazın, kuşluk namazı olduğunu zannettiler. Hâlbuki bu, fetih namazı idi. Bundan böyle müslüman komutanlar bir kaleyi, bir şehri fethettikleri zaman, Rasûlullah’a (s.a.v.) uymak için fetihten hemen sonra bu namazı kıldılar.

İbn-i Abbas (r.a.) rivayet ediyor: Mekke’nin fethi gününde Rasûlullah (s.a.v.) (amcasının kızı) Ümmü Hâni binti Ebî Tâlib’in evine girdi. Karnı açtı. Ümmü Hâni Rasûlullah’a şöyle dedi:
“Yâ Rasûlallah, eşim tarafından akrabam olan bâzı kimseler bana sığındılar. Ali bin Ebî Tâlib ise “Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına kulak asmaz. Ali’nin bunların yerini öğrenip onları öldürmesinden korkuyorum. Ümmü Hâni’nin evine sığınanlara, Allah’ın kelâmım dinleyip Rasûlüne iman edinceye kadar eman verdiğini açıklasan.” Rasûlullah (s.a.v.) “Ümmü Hâni’nin eman verdiğine biz de eman verdik” buyurdu. Sonra da, “Yanında yiyebileceğimiz bir şey var mı?” diye sordu. Ümmü Hâni: “Kuru kırıntılardan başka birşey yok! Onu da size takdim etmeye utanırım” dedi. Rasûlullah (s.a.v.), “Onları getir” dedi. Onları suyun içine ufaladı. Tuz da getirdi. Sonra da “Ekmeğin yanı sıra biraz katık var mı?” dedi. Ümmü Hâni, “Sirkeden başka bir şey yok” dedi. Rasûlullah, “Getir onu” buyurdu. Sirkeyi kuru ekmeğin üzerine döküp yedikten sonra Allah’a hamd etti ve “Ey Ümmü Hâni, sirke ne güzel katıktır! İçinde sirke bulunan ev yoksul sayılmaz” buyurdu. (Mu’cemu’s-Sağîr, h.no:656)

Öldürülmeleri Emredilen Mekkeliler:
Fetih tamamlanınca Rasûlullah (s.a.v.), dokuz kişi dışında bütün insanla¬ra emân verdiğini açıkladı. Bu dokuz kişinin ise, Kâbe’nin örtüsü altında bu¬lunsalar bile öldürülmelerini emretti. Onlar şunlardı: Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh, İkrime b. Ebî Cehil, Abdüluzzâ b. Hatal, Haris b. Nüfeyl b. Vehb, Makîs b. Subâbe, Hebbâr b. Esved, İbn-i Hatal’ın şarkıcı iki kadın kölesi -bunlar Rasûlullah (s.a.v.) hakkında hicivler içeren şarkılar okurlardı-, Abdülmuttaliboğullarından birinin azatlısı olan Sâre.

Bunlar, irtikâp ettikleri suçlar, irtidat, İslâm’a ve Müslümanlara aşırı düşmanlık, işkence, katl, Rasûlullah’ı ve Müslümanları küstahça hicvetme gibi affa sığmayacak suçlardı.
Bunlardan İbn-i Ebî Serh müslüman oldu. Sa’d İbnu Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.), fetih günü dört erkek iki kadın dışında, herkese (hayatını bağışladı ve) emân tanıdı. Bu dörtler arasında İbn-i Ebî Serh da vardı. Hz. Osman’ın yanında saklandı. Rasûlullah (s.a.v.) halkı, kendisine biat etmeye çağırınca, Hz. Osman (r.a.) onu da getirip Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanında durdurdu ve:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Abdullah’tan biat al!” dedi. Rasûlullah (s.a.v.) (hiç ses çıkarmadan) üç sefer başını kaldırıp ona baktı. Her seferinde bey’at’tan imtina ediyordu. Üç seferden sonra, onunla da biat etti. Sonra ashabına yönelip: “İçimizde, elimi bey’at için vermekten imtina ettiğimi görünce kalkıp öldürecek aklı başında bir adam yok muydu?” buyurdular. Ashab: “İçinizden geçeni nasıl bilelim. Keşke bize gözünüzle bir imâda bulunsaydınız!” dediler. Bunun üzerine: “Bir peygambere hain gözlü olmak yaraşmaz!” buyurdular.” (Ebû Dâvud der ki: “Abdullah, Hz.Osmân’ın süt kardeşiydi.”) (Ebû Dâvud, Cihâd 127, 2683)
İkrime b. Ebî Cehil’in kaçışından sonra karısı gelip onun adına emân istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona da emân verdi. O zaman İkrime dönüp gel¬di ve müslüman oldu. İyi müslüman oldu.
İbn-i Hatal, Haris ve Makîs ile iki şarkıcı kadından biri öldürüldüler. Makîs, müslüman olmuş, sonra dinden çıkıp (kardeşini yanlışlıkla öldüren sahabî Evs b. Sâbit’i) öldürüp müşriklere katılmıştı. Hebbâr b. Esved’e gelince; bu, Rasûlullah’ın (s.a.v.) kızı Zeyneb’in Medine’ye hicreti sırasında karşısına çıkmış, mızrakla vurup onu bir kaya üzerine düşürmüş ve karnındaki çocuğu düşür¬mesine sebep olmuş ve kaçmıştı. Daha sonra müslüman oldu, iyi de müslü¬man oldu.
Rasûlullah’tan (s.a.v.), Sâre ile iki şarkıcı kadından biri için de emân iste¬nildi. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara da emân verdi. Bu iki kadın da müslüman oldu.

Hz. Peygamberin Konuşması:
Fetih’in ertesi günü olunca, Rasûlullah (s.a.v.) insanlar arasında ayağa kalkıp konuştu: Allah’a hamd ve senada bulunup O’nu lâyık olduğu biçimde övdükten sonra dedi ki:

“Ey insanlar! Şüphesiz, Allah, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün Mekke’yi haram ve dokunulmaz kılmıştır; Kıyamet Gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır. Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kimse için, Mekke Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek helâl olmaz! Mekke’de kan dökmek benden önce hiçbir kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da hiçbir kimseye helâl olmayacaktır! Bu söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunmayanlara duyursun!
Şu bulunduğum andan itibaren kim öldürülürse, öldürülenin ailesi için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı vardır: Ya öldürenin kısas olarak öldürülmesini ya da öldürülenin diyetini, kan bedelini ister. Muhakkak ki, insanların Cenâbı Hakk’a karşı en hürmetsizi, en taşkını ve azgını, Allah’ın Hareminde adam öldüren yahut kendi katilinden başkasını öldüren, veya Câhiliyye intikamını almak için adanı öldürendir.
İslâm’da, insanın babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına intisab etmesi diye bir şey yoktur. Doğan çocuk, döşeğin sahibine aittir. İddiasını ispatlamak için delil getirmek davacıya, yemin de inkâr edene düşer!
İslâmiyette, ne Câhiliyyet andlaşması vardır, ne de fetihten sonra hicret! Fakat cihad ve cihada niyet vardır. Müslüman, Müslümanın kardeşidir; bütün Müslümanlar kardeştirler. Müslümanlar, kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı tek bir eldirler, el birliğiyle harekete ederler! Müslümanların kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini, onların en hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gayretini gösterirler. İyi bilmelisiniz ki, ne bir kâfir için bir mü’min, bir Müslüman öldürülür, ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden dolayı harbî olan kâfirler için öldürülürler.
İslâm’da, değiş tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur. Kadın, ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça, kadının onun malından bir şey dağıtması, vermesi helâl ve caiz değildir. Kadın, yanında bir mahremi bulunmadıkça üç günlük yola gidemez.
İyi biliniz ki, vâris için vasiyete lüzum yoktur. Ayrı din sahipleri birbirlerine vâris olamazlar.
Parmakların her birisinde diyet, 10’ar 10’ar devedir. Kemiği görünen derin yaralardan her birisinde diyet, beşer beşer devedir.
Sabah namazı kılındıktan sonra güneş doğuncaya kadar başka namaz kılınmaz. İkindi namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir başka namaz kılınmaz.
Sizi, iki günün orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri de Ramazan Bayramı günü orucudur. Ben size ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu gösterdim!”

Rasûlullah Mekke’de Kalacak mı?
Allah Teâlâ; Rasûlü’nün şehri, vatanı ve doğum yeri olan Mekke’nin fethini kendisine nasip edince, Ensar aralarında şöyle konuştular: “Ne dersiniz, Allah, Rasûlullah’a (s.a.v.) şehri ve vatanı olan Mekke’nin fethini nasib edince artık orada mı kalır?” Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sırada ellerini kaldır¬mış Safa tepesinde dua ediyordu. Duasını bitirdikten sonra “Ne diyordunuz?” diye sordu. “Bir şey yok, ya Rasûlallah!” dediler. Ama çok geçmeden konuşulanı kendisine söylediler. O zaman Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Al¬lah korusun; hayatım sizin hayatınızladır, Ölümün sizin ölümünüzledir.”

Bazı Mekkeliler:
Rasûlullah (s.a.v.) Beytullah’ı tavaf ederken, Fudâle b. Umeyr b. Mülevvih O’nu öldürmeyi tasarladı. Ona doğru yaklaştığında Hz. Peygamber (s.a.v.): “Sen Fudâle misin?” diye sordu. “Evet, ya Rasûlallah!” dedi. Peygamberi¬miz: “Kalbinden ne geçiriyordun?” diye sorduğunda Fudâle: “Hiçbir şey, Allah’ı zikrediyordum.” cevabım verdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) gülümsedi ve: “Allah’tan bağışlanmanı dile.” buyurdu. Sonra elini onun göğsüne koyunca kalbi yatıştı. Fudâle derdi ki: “Vallahi, Rasûlullah (s.a.v.) elini göğsümden kal¬dırdığı zaman, benim için Allah’ın yaratıkları arasında O’ndan daha sevgili olan hiçbiri yoktu.”

O gün Safvân b. Ümeyye ile İkrime b. Ebî Cehil kaçtılar. Umeyr b. Vehb el-Cumahî, Rasûlullah’tan (s.a.v.) Safvân için emân istedi. Rasûlullah (s.a.v.) emân vermeyi kabul etti ve Mekke’ye girdiği günkü sarığını ona verdi. Safvân ge¬miye binmek üzere iken Umeyr kendisine yetişti ve onu geri getirdi. (Hz. Pey¬gamber kendisini İslâm’a davet edince) Safvân: Bana bu konuda iki ay mühlet ver, dedi. Rasûlullah (s.a.v.): “Sana dört ay mühlet verilmiştir.” buyurdu.
Haris b. Hişâm’ın kızı Ümmü Hakîm, İkrime b. Ebî Cehil’in nikâhı al¬tındaydı; müslüman oldu. Rasûlullah’tan (s.a.v.), kocasına emân vermesini is¬tedi. Hz. Peygamber de ona emân verdi. Ümmü Hakîm, kocasına Yemen’de yetişti, ona güvence verdi ve onu alıp geri getirdi. Rasûlullah (s.a.v.) Safvân ile bunların eski nikâhlarını kabul etti.

Harem Sınır Taşlarının Yenilenmesi:
Daha sonra Rasûlullah (s.a.v.), Temîm b. Esîd el-Huzâî’ye emrederek, ha¬rem sınırlarını işaretleyen taşları yenilettirdi.

Putların Yıktırılması:
Rasûlullah (s.a.v.), Kâbe çevresindeki putlar için birlikler gönderdi. Bu put¬ların hepsi kırılarak yok edildi. Lât ve Uzzâ ile bir üçüncüsü olan Menât da bunlardandır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) münadisi Mekke’de şöyle bağırdı: “Kim, Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa; evinde hiçbir put bırakmasın, hepsini kırsın!”

Hz. Peygamber (s.a.v.), Ramazan ayının bitimine beş gece kala, Halid b. Velid’i Uzzâ putunu yıkması için gönderdi. Halid, ashabtan otuz süvari ile birlikte gitti. Putu yıkıp Rasûlullah’a (s.a.v.) döndü ve olanları haber verdi. Rasûlullah (s.a.v.): “Bir şey gördün mü?” diye sordu. Halid: “Hayır” dedi.
Rasûlullah (s.a.v.): “Sen onu tam olarak yıkamamışsın, dön ve onu yık.” bu¬yurdu. Halid öfkeli öfkeli geri döndü. Kılıcını sıyırdı. Bu sırada karşısına çı¬rılçıplak, kapkara ve saçı başı dağınık bir koca karı çıktı. Putun hizmetçisi koca karıya bağırmaya başladı. Halid kılıcını vurup karıyı ikiye böldü. Sonra Rasûlullah’a (s.a.v.) dönüp olanları anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Evet, işte o Uzzâ’dır. Artık ülkenizde kendisine tapılmasından edebiyen ümidini kes¬miştir.” buyurdu. Bu put Nahle’de bulunuyordu. Kureyş ile bütün Kinâneoğullarının putu idi. Onların en büyük putu buydu. Onun bakıcıları Şeybânoğulları idi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Amr b. Âs’ı, Huzeyl kabilesinin putu olan Suvâ’i yıkmaya gönderdi. Amr der ki: Putun yanına vardığımda bakıcısı da oradaydı. Bana: “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Rasûlullah (s.a.v.) bana, bu putu yıkmamı emretti.” dedim. Bakıcı: “Buna gücün yetmez.” dedi. “Ni¬çin?” diye sordum. “Seni bundan alıkoyar.” dedi. Ona: “Sen hâlâ bâtıl üzerindesin. Yazıklar olsun sana. Bu put işitir veya görür mü hiç?!” dedim ve yanına yaklaşıp putu kırdım. Sonra arkadaşlarıma emrettim, putun hazine¬sini yıktılar. İçeride hiçbir şey bulamadık. Sonra bakıcıya: “Nasıl, gördün mü?” diye sordum. Bakıcı: “Ben Allah’a teslim oldum.” dedi.
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) Sa’d b. Zeyd el-Eşhelî’yi Menât üzerine gön¬derdi. Kudeyd yakınlarında Müşellel’de bulunuyordu. Evs, Hazrec, Gassan ve diğer kabilelerin putu idi. Sa’d yirmi süvari ile yola çıktı. Oraya vardık¬larında bakıcısı yanındaydı. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. “Menât’ı yıkmayı” dedim. Bakıcı: “İşte sen, işte o.” dedi. Sa’d puta yönelip üstüne doğru yürüdü. Karşısına çırılçıplak, kapkara, saçı başı dağınık bir kadın çık¬tı. Feryat edip bağırıyor ve göğsünü dövüyordu. Bakıcı, kadına: “Menâtı yanına al ve isyankârları parçala.” dedi. Sa’d vurdu ve kadını öldürdü. Son¬ra putun yanına geldi. Arkadaşlarıyla birlikte onu yıkıp parçaladılar. Hazi¬nesinde hiçbir şey bulamadılar.

Mekke’lilerin Peygamberimiz’e Biatı:
Rasûli Kibriya Efendimiz, umumî af ilân ettikten sonra, Safa Tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin bîatını kabul etti. Seneler önce aynı tepede peygamberliğini açıktan ilân edip muhalefetle karşılaşırken, şimdi aynı tepe üzerinde aynı kimselerden İslâmiyet üzere biat alıyordu.
Erkeklerin Allah’a iman, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihad üzerine yaptıkları biatı, kadınların biatı takib etti.
Kureyş kadınlarından bir grup oraya toplanmıştı. Aralarında Hint binti Utbe de vardı. Yüzünü kapatarak kendisini gizliyordu. Zira Hz. Hamza (r.a.)’ya ettiğinden utanıyordu. O’na biat için yaklaşınca Rasûlullah (s.a.v.):
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bana bey’at edecek¬siniz.” Hind ise:
“Sen bize, erkeklere yüklemediğini yükledin. Ama biz onu yapacağız.” dedi. Rasûlullah:
“Hırsızlık da yapmayacaksınız.” bu¬yurdu. Hind yine:
“Yâ Rasûlâllah, Ebû Süfyân pinti ve cimri bir adam¬dır. Ben onun malından haberi olmadan birşeyler alırdım. Bil¬mem ki, bu bana helâl mi olur, haram mı?” Ebu Süfyân da ora¬da bulunup onun dediklerini işitiyordu. “Senin geçmişte çaldıkların tarihe karıştı.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah:
“Sen demek Utbe’nin kızı Hind misin?” deyince, “Evet ben Hind binti Utbe’yim.” diye cevab verdi. “Geçmiş hâllerimi bağışla ki, Allah da seni bağışlasın.” Yine Rasûlullah (s.a.v.):
“Zina da etmeyeceksiniz” buyurdu. Hind de: “Hür kadın zina eder mi?” diye cevab verdi. Rasûlullah:
“Evlâdlarınızı da öldürmeyeceksi¬niz” dedi. Hind de: “Biz onları küçükten eğitip büyüttük. Biliyorsun, onları büyümüşken sen Bedir’de öldürdün.” Ömer bu söze öyle güldü ki, sırtüstü düşecekti. Rasûlullah (s.a.v.):
“İftira da etmiyeceksiniz. Yani asılsız şeyi uydurmayacaksınız.” Hind ise; “İftira gerçekten çirkin birşey, tecavüzlerden daha be¬ter.” Yine O:
“Mâruf olan hususlarda bana âsi olmayacaksınız” buyurdu.
Buhârî’nin Âişe (r.a.)’den rivayetine göre demiştir ki: Rasûlullah kadınlardan, ancak; “Allah’a birşeyi ortak koşmasınlar…” âyetini tekrarlayarak sözlü biat alırdı. Yine der ki, “Rasûlullah, helâli olanlardan başka bir kadının elini tutmamıştır.”

Bedevinin Titremesi:
Mekke artık fethedilmişti. Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde müstesna bir bayram havasının neşesi hâkimdi. Bu sırada bir bedevinin Peygamberimiz’in yanına yaklaştığı görüldü. Bir peygamberin karşısında bulunmanın heyecan ve haşyeti altında bedevi tir tir titriyordu. Durumu fark eden Rasûl-i Kibriya, “Ne oluyor sana? Kendine gelsene! Ben bir hükümdar değilim; ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının oğluyum.”

MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER
Hudeybiye barışı, bu büyük fethin öncesinde bir başlangıç ve bir hazır¬lıktı. Bu barış sayesinde insanlar birbirine güven duydular ve birbirleriyle ko¬nuştular, İslâm dini hakkında tartışma yaptılar. Mekke’deki imanlarını giz¬leyen müslümanlar dinlerini açığa vurma, ona çağrıda bulunma ve onun üze¬rinde tartışma yapma imkânı buldular. Bu barış sebebiyle büyük bir insan kitlesi İslâm’a girdi. Bu yüzden Allah Teâlâ, şu âyetinde onu bir fetih olarak isimlendirdi: “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih verdik.” Hudeybiye ba¬rışı hakkında bu âyet nazil olunca Hz. Ömer (r.a.): “Bu bir fetih midir, ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Evet!” buyurdu. Allah Teâlâ Hudeybiye’yi fetih olarak anısını tekrarladı ve: “Allah, Rasûlü’nün rüyasını doğru çıkardı…” diye başlayan âyetin “Allah sizin bilmedi¬ğinizi, bilir. Size bundan başka yakın zamanda bir fetih verecektir.” kısmında böyle andı. Büyük olayların öncesinde, onlara bir giriş ve işaret niteliğinde mukaddimeler takdim etmek Allah Teâlâ’nın âdetidir. Nitekim Hz. İsa ve babasız yaratılışı kıssasının öncesinde, Hz. Zekeriyya kıssasını ve onun durumundakilerin çocuk sahibi olamayacağı kadar yaşlı oluşuna rağmen ona çocuk verişini anlatmıştır. Yine kıblenin neshedilmesinin öncesinde Kâbe’nin tarihini, yapılışını ve hürmete lâyık oluşunu, isminin yüceltilişini; sonra yapıcısını ve onun hürmet ve medhe lâyık oluşunu anlattı ve bütün bunlardan önce neshi, onu gerektiren hikmetini ve onu kuşatan kudretini zikret¬mek suretiyle bir ön giriş yaptı. Uyanık halde iken vahyin gelmesinden önce Rasûlullah’ın (s.a.v.) uykusunda gördüğü salih rüyalar da, aynı şekilde bir mu¬kaddimedir. Hicret de cihad emri öncesi yine bir mukaddimedir.

Mekke’nin fethi sırasında kendisine karşı direnenlere karşı, yüreğinde hiç bir kin duymayan Allah Rasûlü’nün karekterini görüyoruz. Hz.Peygamber (s.a.v.) kendisiyle düşmanları arasında yirmibir yıldır devam eden savaştan sonra, onla¬ra lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar, bu süre zarfında hem O’na, hem kendisi¬ne tabi olanlara ve hem de davetine karşı ellerinden gelen her şeyi yapmışlar, başvurmadık yol bırakmamışlardı.
Zaferi elde edip düşmanları perişan ettiğinde ve de puta tapıcılığm merkezi Mekke fethedildiğinde, onlara özgürlüklerini vermiştir. Tarihte böyle bir olaya rastlamak mümkün değildir. Böyle emsalsiz bir olay sadece kerim olan Pey¬gamber (s.a.v.)’e nasib olmuştu.
Rasûlullah (s.a.v.)’ın Mekke halkına yaptığı davranışta, bir başka hikmet var¬dır. Yüce Allah, arapların, kendi mesajını, dünyaya taşıyıcıları olacağını biliyor¬du. Bundan ötürü, Arap milletinin liderleri olan Mekke halkını, Allah’ın dinine girsinler ve ondan sonra hidayet mesajını ve nurunu dünya milletlerine götürsünler diye hayatta bıraktı. Onlar, bu milletleri cehaletten kurtarma ve onları de¬vamlı karanlıklardan aydınlığa çıkarma uğruna canlarını ve mallarını seve seve ortaya koydular.
İslam davetçilerinin akıl almaz bir süre içinde, zaferle sonuç¬lanan başarılarında büyük bir ibret olması, Hz.Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Rasûlü olduğunu, İslam’ın da, zafere ulaşacağını tefekkür eden davetçilere, mü’minlere ve onun sancağını taşıyanlara yardım eden Allah’ın daveti ol¬duğuna en büyük delildir.

En Büyük Fetih:
Büyük fetih; Allah’ın kendisiyle dinini, Rasûlü’nü, ordusunu, güvenilir taraftarlarını yücelttiği ve kendisiyle, âlemlere hidayet sebebi kıldığı beytini ve beldesini kâfirlerin ve müşriklerin ellerinden kurtardığı bir fetihtir. Bu fetih sebebiyle insanlar, akın akın Allah’ın dinine girmişlerdir. Yeryüzü bunun sebebiyle aydınlanmış ve parlamıştır.

Rasûlullah (s.a.v.) Mekke’nin Fethindeki Üstün Stratejisi:
Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapıl¬maya başlandı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye açıklamadi. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki, Hz. Ebû Bekr gibi seçkin sahabilerin, Ezvâc-ı Nutahharât’ın bile haberleri yoktu. Di¬ğer Müslümanlar da tabiatiyle aynı şekilde bilgisiz¬diler. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi toplanan gönüllü askerler on bin kadar olmuşlardı.

O devirde on bin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey değildi. Düşman haber alma teşki¬lâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını mevzu ba¬his olamaz; zira düşmanla arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.), her şeyden evvel Medine’den bütün çıkışları durdurdu, yasak etti; buna gerek dostları ve gerekse bitaraf kimseler de dâhil bulunuyordu.
Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarureti de vardı. Hz. Peygamber (S,A.) Ebû Katâde’nin kumandasın¬da bir askeri birliği Medine’nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan “İzam” mevkiine gön¬derdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu bölgeye gitmek istediğini ve bu “İzam” seferinin bu¬nun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu suretle şayiaların merkezi sıkleti bu yöne çevrilecekti
Hz. Peygamber (s.a.v.), fiilen bir büyük se¬fere çıktığı zaman, sadece gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple, Hz. Peygamber (S.A.}, beklenen birçok gönüllünün Medine’de toplanmamalarını, an¬cak Mekke’ye doğru hareketinde yol boyunca kabi¬lelerinin bulundukları yerlerden geçtikçe kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu strateji o kadar muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman Ordusu Mekke civarındaki dağlar arkasına ordugâhlarını kurunca¬ya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre ka¬dar bir haber elde edememişlerdir.
Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm Ordusu Mekke’yi kuşatınca Hz. Peygamber, o gece her Müslüman askerin ayn ayrı birer ateş yakmasını emretti. 10.000 ateşin bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sa¬yıda insanın yemeklerini pişirdikleri intibaını veri¬yordu.
Cenâb-ı Hak da Müslümanlara lütfunu esirgemedi. Ebû Sufyân, Mekkelilerin bu en büyük ku¬mandanı, aynı gece Müslüman keşif kıtalarının eline düştü. Bunun neticesi, Mekke ahâlisi ne yapacağını bilmez hale geldi.
kaynak : islamvetasavvuf.org

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.