Şakîk-i Belhî Hz.
Asıl ismi, Ebû Alî Şakîk bin İbrâhîm El-Ezdî El-Belhî (Rahimehullah) olup Afganistan’ın Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Zengin olup ticaretle uğraşırken, Türkistan taraflarında bir putperest ile karşılaştı. O kişiyi putlara tapmaktan vazgeçirip, yeri ve göğü yaratan yüce Allah’a iman ettirmeye çalıştı. Putperest ise ona: “Eğer böyle ise Allah kendi şehrinde sana rızık vermeye kâdir değil miydi?” diye cevap verince çok tesirlendi. Bu konuşma sebebi ile ticareti bırakıp memleketine dönerek, dünya işlerini bırakmış ve tevekküle yönelmiştir. [1]
İlim tahsili için seferlere çıkmış ve İmam Ca‘fer Es-Sâdık(Radıyallâhü Anhümâ) ile görüşmüştür. Ayrıca bu seferler esnasında Ebû Hanîfe (Rahimehullah), Ebû Yûsuf (Rahimehullah) ve İmam Züfer (Rahimehullah)dan ders almıştır. İsrâîl bin Yûnus Es-Sebîî, Abbâd bin Kesîr ve Kesîr bin Abdullah’dan hadis dinlemiştir. [2]
İbrahim bin Edhem’in Talebesi
Şakîk-i Belhî (Rahimehullah), dünya işlerini terk ettikten sonra Hacca gitmiş ve bu müddet içerisinde İbrahim bin Edhem (Rahimehullah) ile karşılaşmıştır. Ona geçimini nasıl sağladığını sorunca, İbrahim bin Edhem (Rahimehullah), “Elime bir şey geçerse şükrederim, geçmezse sabrederim.” dedi. O ise, “Belh köpeklerinin de yaptığı budur.” diye cevap verdi. Bunun üzerine aynı soru kendisine sorulunca dedi ki: “Bulduğumuzda dağıtırız, bulamadığımızda şükrederiz.”[3] Bu olay üzerine, İbrahim bin Edhem (Rahimehullah)ın talebesi olmuştur.
İbrâhim bin Edhem (Rahimehullah) hazretlerinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Ondan feyz alarak kemale erdi. Zamânının en meşhur âlimlerinden ve evliyâsından oldu. Tasavvuf ilminde çok yükselip, insanlara doğru yolu gösterdi ve kıymetli âlimler yetiştirdi. Talebelerinin en meşhuru Hâtim El-Asam (Rahimehullah)dır. Râbia El-Adeviyye ve Mâlik bin Dînâr (Rahimehullah) gibi zatlar ile görüşmüştür.
Hârun Reşîd’e Nasihatı
Şakîk-i Belhî (Rahimehullah) hac yolculuğu sırasında Bağdat’a uğradı. Abbâsî Halîfesi Hârun Reşîd onu dâvet etti. Yanına gidince; “Zâhid olan Şakîk sen misin?” dedi. “Şakîk, benim, ama zâhid değilim!” cevâbını verdi. Hârun Reşîd, bana nasîhat ver dedi. Şöyle buyurdu:
“İyi dinle! Allahü Teâlâ seni Hazret-i Sıddîk’ın (Hazret-i Ebû Bekr Radiyallâhu Anh) makâmına oturttu, senden sıdk isteyecek. Fârûk’un (Hazret-i Ömer Radiyallâhu Anh’ın) yerine oturttu, ondan istediği gibi senden de hakla bâtılı ayırmanı soracak. Zinnûreyn’in (Hazret-i Osman Radiyallâhu Anh’ın) yerine oturttu; onda olduğu gibi, sende de hayâ ve kerem arayacak. Murtezâ’nın (Hazret-i Ali Radiyallâhu Anh’ın) yerine oturttu, ondaki gibi sana da ilim ve adâletten soracak.”
Hârun Reşîd; “Biraz daha söyle!” dedi. Buyurdu ki:
“Allahü Teâlâ’nın, Cehennemi vardır. Seni kapıcı yaptı ve sana üç şey verdi: Mal, kılıç ve kamçı. Allahü Teâlâ buyurdu ki, insanları bu üç şeyle Cehennemden uzaklaştır. Bir muhtaç gelirse, ondan malı esirgeme. Allah (Celle Celâluhû)nun emrini dinlemeyeni bu kamçı ile yola getir. Adam öldüreni bu kılıçla kısas yap. Bunları yapmazsan, Cehennem’e gidenlerin öncüsü sen olursun.”
Hârun Reşîd, biraz daha nasîhat et deyince:
“Sen pınarsın, vâlilerin de akarsular. Pınar berrak olursa, derelerin bulanıklığı zarar vermez. Pınar bulanık olursa, derelerin berrak olması beklenemez.” Biraz daha söyle deyince: “Çölde susayıp, ölüm derecesine gelsen ve o anda su bulsan, kaça satın alırsın?” “Kaça verirse alırım.” dedi. “Mülkünün yarısına satarsa, alır mısın?” buyurdu. “Alırım!” dedi. “İçtiğin o su, mesâneden çıkmasa ve ölümünden korksan, o anda birisi sana, seni iyileştiririm, ama mülkünün diğer yarısını alırım, dese, ne yaparsın?” buyurdu. “Veririm.” dedi. “O halde, değeri bir yudum su olan bir mülke niçin gönül veriyorsun?” buyurdu.
Hârun Reşîd ağladı, izzet ve ikram ile onu yolcu etti. [4] Rabbimiz bizleri dostlarının yolundan ayırmasın ve mübarek şefaatlerine mazhâr ve lâyık eylesin.
Köleden İbretlik Rızık Dersi
İnsanların azıklarını teminde güçlük çektiği şiddetli bir kıtlık yılında neş’eyle oynayan bir köle gördü ve sordu:
Bu ne neşe böyle? Görmüyorsun musun insanlar kıtlık ve üzüntüden neredeyse ölecekler? Köle şöyle karşılık verdi:
– Bundan bana ne? Benim efendimin bir Mâlikânesi var ki biz ne istersek orada bulabiliyoruz.
Bu cevap karşısında Şakik şöyle düşünmeye başladı kendi kendine: O mahlûk ve benimkine nazaran fakir olan efendisine güvenerek rızık konusunda endişeye düşmüyor da, bana ne oluyor ki böyle yüce bir Mevlâ’nın kuluyum, fakat rızık endişesi taşıyorum, diye tevbekâr oldu.
Şakik bu sözleriyle rızk konusunda esbaba sarılmayı reddetmiyor, aksine ihtiras sahiplerini nereden gelirse gelsin mal kazanma duygusundan uyarmak istiyordu.
Şakik, o devirde puta tapan bir Türk diyarına ticaret için sefere gitti. Orada onların puthanelerini gördü ve içine girince bir kâhinle karşılaştı. Kâhin saçını, sakalını traş etmiş, erguvan rengi bir elbise giymişti. Şakik ona:
– Sen batıl bir inanışa saplanmışsın. Şu putların, senin ve bütün mahlûkatın eşi ve benzeri olmayan bir yapıcı ve yaratıcısı var. Dünya ve ahiret O’nun. O, herşeye kadir ve herşeyin rızkı O’nun elinde, dedi. Kâhin, Şakik’e:
– Senin sözünle fiilin birbirine uymuyor, dedi.
– Nasıl yani?
– Sen kendinin bir halikı ve râzikı bulunduğunu iddia ediyorsun ve O’nun herşeye kadir olduğunu söylüyorsun, sonra da rızık endişesiyle tâ buralara kadar geliyorsun. Eğer durum senin dediğin gibi olsa, O seni, burada rızıklandırdığı gibi orada da rızıklandırırdı, sen de buralara kadar yorulmazdın.
Şakik’in bu kıssasında rızkın maksûm olduğu, Allah’ın herkesin rızkını takdir buyurduğu, hırs ve ihtirasla gayr-i meşru yollardan yapılan çalışmaların maksûm rızkı artırmayacağı, binaen aleyh rızık talebinde meşru yola müdavim olmanın gereği anlatılmak istenmektedir.
Rivayete göre devrin Belh meliki İsa bin Mahan ava düşkündü ve av için iyi yetiştirilmiş köpekler beslerdi. Günlerden bir gün Melik’in çok sevdiği av köpeği kayboldu. Melik’in adamları onu her tarafta aradılarsa da bir türlü bulamadılar. Nihayet “köpeği çaldı” ithamıyla bir adam bulup götürüyorlardı ki, bu adamcağızın böyle bir şeyden haberi bile yoktu. Fakat durumu anlayınca Melik’in kendisine işkence edeceğinden korkarak adamların elinden kaçmayı başardı ve Şakik’in evine sığındı. Şakik de onu himaye ederek Emir’e “Bu adamı serbest bırakın, köpeği bende bilin ve onu getirmek için bana üç gün mühlet verin” dedi. Adamı serbest bıraktılar. Şakik de ne yapacağını düşünerek ordan ayrıldı ve evine döndü. Üçüncü gün olunca Şakik’in arkadaşlarından yolculuğa çıkan biri dönüşte yolunun üstünde tasmalı bir köpek gördü ve bunun yetiştirilmiş bir hayvan olduğunu anlayarak tutup Şakik’e hediye olarak getirdi. Şakik arkadaşını ve yanında Emir’in köpeğini görünce çok sevindi ve hemen alıp onu Emir’e götürerek tazminattan kurtuldu. Allah’ın bu lûtfu onu intibaha getirip kendi kendine: “Benim bunca gafletime rağmen Hakk Teala bana lûtfuyla muamele ediyor. Acaba O’na sıdk ve vefa ile ibadet ederek dönebilirsem, kimbilir onun ikramı nice olur” diye düşündü ve tevbe ederek zühd yoluna girdi.
İnce ve Derin Düşünceliydi
Şakik, tecrübeli, ince ve derin düşünceli bir zattı. Fakat onun bu tecrübesi Aişe (r.a)’nın rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfi görmesiyle yakîn duygusuna dönüştü. Rasulullah (s.a) şöyle buyuruyordu:
“Allah’ım iyilik, ahiretteki hayır ve iyiliktir.”
Şakik, bu hadis ile Enes (r.a)’in rivayet ettiği şu hadîs-i şerîfi kendisi için hayat düsturu haline getirmişti: “Dünyadan aldığınız herşeyin Allah hesabını soracak ve dünyadaki haramlardan dolayı azab edecek. Dünyadan ve dünyanın beliyyelerinden kurtulmak zor. Dünya malının helâl olanının hesabı, haram olanının azabı var”
Şöyle diyordu Şakik: Dünya ile ahiret amelini temyiz edebilmek için yirmi yıl Kur’ân ile meşgul oldum. Nihayet bu gerçeği şu âyet-i kerîmede buldum: “Size verilen herşey dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah yanında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır.” (el-Kasas 28/60)
Şakik bunları öğrenip nefsini ve vicdanını bu gerçeklerle doldurunca tam bir ciddiyet ve istekle ahiret ameli tarafına yöneldi ve böylece tevbesi sıhhat ve sadakat kazandı.
Şakik tevbeyi şöyle açıklar: “Tevbe Allah’a karşı kendini cür’etkar Allah’ı da sana karşı halim görmendir.” Tevbedeki sadakatin esasını da şöyle belirtirdi: “Akıllı şu üç şeyin dışına çıkmaz. Birincisi geçmiş günahlarından dolayı daima korku içindedir. İkincisi, bir saat sonra başına ne geleceğini bilmez. Üçüncüsü, sonunun ne olacağını bilmediği için akibetinin karanlığından korkar.”
Tevbe sağlam olunca tevekkül de sağlam olur. Şakik’a göre tevekkül: “Allah’ın vaad buyurduğuna kalbin mutmain olarak inanmasıydı.” Şöyle der Şakik: “Allah’ın kudretini bilmeyen Allah’ı biliyor sayılmaz. Allah’ın kudretini bilmek demek, insanın kendine ait olan birşeyi, Allah’ın alıp başkasına verebileceğini veya kendisinde bulunmayan birşeyi insana verebileceğini bilmesidir.
Tevbe ve Tevekkül
Tevbe sağlam olunca tevekkül ve zühd de sağlam olur. Tevekkül ve zühdün sağlamlığı Allah’a bağlılık ve güveni artırır. Allah’a güvenen ise hayatın sıkıntılarından kurtulur.
Şakik’a sordular:
– Kulun Allah’a güveni nasıl anlaşılır? Cevap verdi:
– Eğer kul, kaybettiği dünya nimetini ganimet sayar, dünyalığın gecikmesinden, hemen gelivermesinden daha çok hoşlanırsa o zaman Allah’a güveni tam demektir.
– rahmetullahi aleyh –
Kaynaklar : Sülemi, Tabakatu’s-sufiyye, s. 61-66; Hılyetü’l-evliya, VIII, 58-73; Kuşeyrî. I,85-91; Hucviri, 323; Sıfatu’s-safve, IV, 159; Tezkiretü’l-evliyâ, 232-239; İbnu’l-mulakkin, s. 12-15; Nefehâtü’l-üns (trc. Lâmii Çelebi), s. 103; Şa’râni, I, 65; el-Kevaki-bu’d-dürriyye, I. 121-122; A’lâmu’n-nübelâ, IX, 313-316.
Kaynak: Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları
www.islamveihsan.com
www.ismailaga.org.tr
Dipnotlar
[1] Kuşeyrî, s. 90
[2] Ebü’ş-Şeyh, IV, 307
[3] İbn Hallikân, I, 32
[4] Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, s. 204