HABBAB’IN İMANI GİBİ!
Köleyken demirci ustası olan, daha sonra iman ettiği anlaşılınca akla hayale gelmeyecek işkencelere maruz bırakılan, ağır imtihanlardan başarıyla geçen, Efendimiz (a.s.)’a ittiba etmede zerre kadar taviz vermeyen çok güzel bir Müslüman, güzel bir sahabi: Habbab b. Eret (r.a.)
Karşılaşmış olduğumuz en küçük sıkıntıda ahû-vah edip değerlerimizden vazgeçmeyelim. Karşımıza çıkan en küçük bir menfaatte imanımızdan, itikadımızdan taviz vermeyelim. “İnsanlar üzerine zaman gelecek kişinin dinin de sabretmesi bir ateş korunu, ateş topunu tutması gibi zor olacaktır.” buyuruyor iki cihan serveri Efendimiz (a.s.).
Her şeyin insanı imansızlığa, insanı maddeperestliğe, insanı dünyevileşmeye, dünyanın arzu ve isteklerine sürüklediği dönemde Habbab b. Eret (r.a.) gibi seçkin sahabelerin hayatının bilinmesine, seslerinin duyulmasına çok daha fazla ihtiyacımız var. Efendimiz (a.s.) “Kıyamete yakın zamanda karanlık geceler gibi fitneler olur. Kişi o zaman akşamleyin mümin, sabah kâfir olur. Sabah mümin, akşam kâfir olur.” Yani imanının varlığıyla yokluğu arasında çok umursamaz bir hal içerisinde bulunur. İman etmekle etmemek; iman dairesine girmek ve çıkmak… Onun için neredeyse aynı hale gelir; eşit hale gelir.
Efendimiz (a.s.) devamında buyuruyor ki; “Kişi bu dönemde dinini; azıcık bir dünya menfaatine, dünya malına karşılık satar.” Allah menfaat karşılığında, mal karşılığında, dünya yararları karşılığında dinini satanlardan olmaktan muhafaza etsin bizleri.
Habbab (r.a.), Arabistan topraklarında yetişmiş; ama küçük yaştayken kabilesine baskın yapılmış, altılı yaşlarda köle olarak esir pazarlarında satılmış genç bir çocuktu. Ümmü Emmar diye Mekke’nin zengin kadınlarından bir tanesi köle pazarına çıkmış, satın alacak kölelere bakarken Habbab’ı da satın alıp kölelerinin arasına katmıştı. Daha sonra Ümmü Emmar, Habbab’ı demirciliği öğrensin diye bir demircinin yanına çırak olarak vermişti. Kısa sürede fiziken gelişen, büyüyen, serpilen Habbab; demircilik sanatını da fevkalâde öğrenmişti.
Bir müddet sonra kendisine müstakil bir demirci dükkânı açıldı. Ümmü Emmar’ın hesabına çalışıyordu. Demircilikle meşgul olurken ona da Efendimiz (a.s.)’ın mesajı ulaştı. Kendisinden önce imanla henüz beş kişi müşerref olmuştu. Habbab’ın altıncı Müslüman olduğu rivayet edilir. Habbab hidayet nuruyla nurlanıp iman ettikten sonra, iman ettiği hareketlerinden, davranışlarından, gidişinden, gelişinden anlaşıldı. Durumundan şüphelenen Efendisi Ümmü Emmar, oğlunu da yanına alarak yolda karşılaştığı mahallenin gençlerinden birkaç tanesi ile beraber dükkana geldi: “Senin de o yetimin peşinden gittiğini duyuyoruz. Muhammed’in yoluna girdiğinden şüpheleniyoruz. Var mı böyle bir şey?” diye sordu. Habbab; hiç saklamadı, gizlemedi. “Ben, bu putlarda bir yarar olmadığını, taştan, topraktan yapıldıklarını, kendilerine bir fayda ve zarar vermekten bile aciz olduklarını, insanlara nasıl tanrı olabileceklerini sorgulayanlardanım. Bende ‘La İlahe İllallah Muhammedü’r Rasulullah’ diyenlerdenim. Allah’tan başka yaratan, yaşatan, rızık veren, ibadete layık yoktur. O’nun mesajlarını bize ileten elçi Muhammed Mustafa (a.s.)’dır diyenlerdenim.” deyince üzerine saldırdılar. Ona eziyet ettiler, işkence ettiler. Ama keşke işkenceler sadece dükkânın içinde olup bitenlerden ibaret olsaydı. İşkenceler işkenceleri takip etti. Demirden bir zırh giydirip 50 dereceyi bulan Mekke sıcaklarında zorlu çöl ikliminde güneşin altında saatlerce bırakıyorlar, Habbab’ın, demirden zırhın içerisinde neredeyse pişmesini izliyorlardı.
İnkâr etmesini istiyorlardı.
Habbab’tan duyulan, Bilal’den duyulanın aynısıydı: “La ilahe İllallah Muhammed’ür Rasulullah” , “Allah bir! Allah bir!”
Öyle işkenceler ediyorlardı ki; taşların üzerinde ateş yakıyorlar, -neredeyse kor haline geliyor o taşlar- üzerlerinden elbiselerini çıkartıp o korların üzerine çıplak vücutlarını yatırıyorlardı. Diyor ki “ateşe değince, vücudumuzdan çıkan yağlardan ‘cız’ diye sesler geliyordu.”
Böyle vahşice işkence ediyorlardı.
Habbab da vefat etti; işkence yapanlar da vefat etti. İnsan, hayatı sonsuz mu zannediyor.
“Mümin erkeklere ve mümin kadınlara işkence edip de sonra tövbe etmeyenler var ya, işte onları cehennem azabı, yakıcı azap beklemektedir.” (Burûc, 10) İnsan her yaptığının, baktığının, tuttuğunun, yediğinin, içtiğinin… hesabını vereceği bir günün geleceğini unutursa yakıcı azab onu bekleyecektir.
Ümmü Emmar demiri ateşte iyice kırmızı hale gelinceye kadar bekletip onu Habbab’ın başına sürüyor, başını dağılıyordu. O kıpkırmızı demirlerle yakıyordu. Habbab ses çıkarmıyordu, çıkaramıyordu da zaten…
Aradan yıllar geçti. Habbab bu işkencelerden kurtuldu ama kadının başına bir müddet sonra şiddetli bir ağrı isabet etti. O zamanki imkânlarla hekim hekim gezdiği ama ağrısını teskin edemediği, sakinleştiremediği ve bir hekimin kendisine: “Eğer başı dağlanırsa acısının hafifleyeceğini” tavsiye ettiği ve Habbab’a kendisinin işkence olsun diye yaptığı gibi, acıdan kurtulmak için kendi başını dağlattırdığı, dağlana dağlana öldüğü rivayet edilir.
Allah’ın (c.c.) zalimlerden intikam almaya gücü yetmez mi?
Nemrut tanrılık iddiasındaydı. “İbrahim’in tanrısını gösterin bana. O’nu ben bulup öldüreceğim” diye dalga geçiyordu. Burnundan giren bir sineğe mağlup oldu; helak oldu. Hangi zalim, Allah’ın kudretinin yanında bir kudret sahibi olabilir? Allah’ın (c.c.) vermiş olduğu geçici imkânları, geçici fırsatları, geçici yetkileri, geçici mal, mülk, makam, mevki… geçici olan dünyalıkları Allah’ın rızası dışında kullanırsa insan; yarın hesabı nasıl verir? Allah’ın huzuruna nasıl çıkar?
Aradan 20 yıl kadar geçtikten sonra hilafeti döneminde Hz. Ömer, Habbab’tan işkenceleri anlatmasını isteyince, anlatmak istemedi. Hz. Ömer sırtını açtı ve sırtını görenler hayretler içerisinde kaldılar. “Bu zamana kadar böyle işkence edilmiş başka bir sırt, başka bir vücut görmedik.” dediler. Oyuk oyuk izler kalmıştı bu dönemdeki işkencelerden. Rabbim “Allah” demekten vazgeçmemişti. “La İlahe İllallah” demekten vazgeçmemişti. Allah bizi altından kalkamayacağınız imtihanlarla imtihan etmesin. İmtihanlarla karşılaştığımız zaman da sabredenlerden ve kazananlardan olabilmeyi nasip eylesin.
Aradan yıllar geçti. Efendimiz (a.s.) dünyasını değişti. Hz. Ebubekir (r.a.) dünyasını değişti. Hz. Ömer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) döneminde yaşadığı; Hz. Ali (r.a.) döneminde vefat ettiği, cenaze namazını Hz. Ali (r.a.)’ın kıldırdığı rivayet edilir.
Vefat etmeden önceki yıllarda “Ben unutmamalayım, ben kölelikten bugünlere gelen bir insanım. Kazancımı paylaşmalıyım.” anlayışı ve “Ben bu dünyaya yığmak, biriktirmek için gelmedim.” kanaati, imanı ve şuuruyla evinin bir köşesini, bir odasını müstakil hale getirdi. Dışarıdan bir kapı yaptırdı. Raflar yaptı ve üzerine paralar koydu. “Allah rızası için kimin ihtiyacı varsa hiç sormadan dışarıdan açılan kapıdan gelsin, girsin içeriye. İhtiyacı olduğu kadarını alsın ve gitsin.” dedi.
O raflardan para hiç eksik olmadı. Habbab kazandığını dağıtıyordu. Allah’ın verdiğini o da başkasına veriyordu. Çünkü Allah (c.c.) verelim diye, dağıtalım diye veriyor bize. Allah (c.c.), Habbab’ın Hayır odası’ndan, güzel ahlakından güzellikler taşıyabilmeyi nasip etsin bizlere ve hayatımızı onların hayatına benzetsin…
Kaynak : Burhan İşeyen
https://www.diyanethaber.com.tr/m/habbabin-imani-gibi-makale,499.html