Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

HÀTİME

0 133

Sâlikin mürşid hakkında îfâ eylemesi muktezî olan [gereken] âdâb beyanındadır:

Mâlûm ola ki, tàlibe lâzımdır ki kendi gönlünü bütün cihetlerden, işlerden, düşüncelerden boşaltıp şeyhine müteveccih kıla… Şeyhin bulunduğu yerde ondan izinsiz farz ve sünnetten başka namazlar ve zikirlerle meşgul olmaya ve onun huzurunda ondan başkasına iltifat etmeye… Başkalarının elini öpmek, hatır sormak ve buna benzer konuşma yapmak doğru değildir.

Bütün varlığıyla kendini şeyhine müteveccih kılıp otura ve öyle bir yerde oturmalıdır ki, gölgesi bile şeyhinin esvabının üzerine düşmeye…

Seccâdesinde namaz kılmaya ve seccâdesi üzerine ayak basmaya… (Vay zamâne dervişlerine vay!..) Abdest aldığı yerde abdest almaya, yâni taharethànesine girmeye… Ona mahsus olan kalem, kâğıt, bıçak, kaşık, tabak ve sâire gibi şeyleri kullanmaya…

Mürşidi yokken bile, onun olduğu tarafa ayaklarını uzatmaya ve o tarafa tükürmeye… Çünkü onun adetâ kıblesidir. (Dikkat!)

Şeyhten her ne sadır olursa, zuhur ederse –bu görünüşte hatâ bile olsa– onu doğru bile… Zîrâ mürşidin hareketleri ilhamdan neş’et eder, hatâsı da hatâ-yı ilhâmîdir. Hatâ-yı ictihâdî gibi ki, ona levm ve itiraz caiz görülmemiştir.

Vaktâ ki bu usül üzere muhabbet hasıl oldukta, sevdiğinden her ne sadır olursa, sevenin gözünde mahbub görünür ve sevilir, itiraza meydan kalmaz. Az ve ufacık bir itiraz vâkî olsa, felâket ve helâkini, mahv ve perişanlığını mûcib olur. (Ah ah, dik dik konuşmalar, bağıra bağıra şiddet ve hiddetler, ve şeyh yanına sık sık girmenin ve orada lâubâli oturmanın ne demek olduğu, bilmem acabâ anlaşılır mı?..)

Şeyhten hiçbir zaman havârık-ı âdât, keramet ve geleceğe ait şeyleri ne sormalı, ne de beklemelidir. Bazı hususlarda kendisine şüphe ârız olursa, hemen arz etmeli, fakat cevap beklememelidir. Müşkülünü hallederse, ne âlâ; o zaman susar, bir şey demezse, kendi taksîrinden bilmelidir.

Bazı mühim rüyalarını arz eder, fakat yine tâbirinde ısrar etmez. Kendine münkeşif olan tâbiri de arz eder.

Gerek sevabını ve gerek hatâsını araştırıp tecessüs etmeye ve kendi keşfine itimad etmeye, güvenmeye… Zarûret olmadıkça, izinsiz ondan ayrılmaya…

Şeyhinden başkasını onun üzerine tercih etmeye… Bu tercih ve arzu, iradelere münâfîdir, yâni yakışmaz ve doğru değildir.

Sonra kendi sesini onun sesinden daha fazla çıkarmaya… Şeyhe seslenirken yüksek sesle çağırmak edebe mugàyirdir.

Her ne gibi feyz ve fütûhâta, devlet ve saadete nâil olursa olsun, onun şeyhinin tavassutu ile olduğunu zan ve tasavvur eyleye… Eğer başka bir şeyh vasıtasıyla olduğunu vâkıada görürse, yine onu kendi şeyhinden bile…

Şeyhinin gerek işlerinde, gerek sözlerinde ve gerek hallerinde saklanması lâzım olan bir hali görse veya vâkıf olsa dahi, onu başkalarına nakil ve hikâyeden sakınmalı; bir başkası söylese, onu da duymazlıktan gelip susmalıdır. Sakın şeyhimi medhedeceğim diye veya kendisinin yakını olurum zannıyla, iftihar kasdederek kendini helâk etmeye…

Şeyhinde her gördüğünü, ben de yapayım demeye… Yalnız şeyhinin dedikleri ile meşgul ola ve izinsiz bu gibi şeyleri yapmaya… Şeyhinin emrine mutî olup, halife ve müridlerden kendi üzerine takdim ettiği kimselere de itiraz etmeyip, emirlerine itaat ede…

Efendimiz SAV Hazretleri’nin emir gösterdiği kimseye, ondan daha üstün ve âlâ olanlar itiraz etmeyip itaat ederlerdi. Bunların zâhiren her ne kadar amelleri az olsa dahi, yine ihtiram ve tâzim lâzımdır.

Ahvâl ve akvâlinden, sual ve cevaplardan uzun, derin, ince ve buna benzer sohbetler yapmaya… Zîrâ bu muameleler, müridin kalbinden şeyhinin ihtişam, vakar ve heybetini izâle eder, giderir. Bunlardan son derece sakınmak ve korunmak lâzımdır. Zîrâ feyizden mahrum kalır. Eğer şeyh tarafından haddinden fazla müsamaha ve serbestlik verilirse, bundan da son derece korkmak ve sakınmak gerektir. Şâyet ki mekr etmiş ola…

Eğer dînî veya dünyevî bir şey soracak olursa, onun hoş vaktini gözlemek ve şeyhinin haline bakıp, sözlerini dinlemeğe vaktinin müsait olup olmadığını, yemek ve istirahat vakitlerini, ders ve murakabe hallerini düşünerek, sözleri onu rahatsız etmeyecekse arz eder, sözü de uzatmaz. Yoksa hiç düşünmeden ve mülâhaza etmeden, ağzına geleni söylemekle arîz ve amîk konuşmaya…

Şeyhinin sözlerini gayet dikkatle dinleyip, işaret ve inceliklerine ehemmiyetle kulak vermeli ve icabını derhal yapmalıdır. Aksi halde fütûhattan ve feyizlerden mahrum olur. Maksad ve merâmından me’yus olup, söylediği hacetlerden nâdim ve pişman olur. Çok kere de tekdire müstehak, feyz ve derece-i muhabbetten uzak düşmesine sebep olur.

Eğer şeyhten uzakta bulunursa, hiç olmazsa ayda bir veya iki kere kendisinin iç ve dış halini mektupla bildire…

Sâlik tamâmen kendi ihtiyarını şeyhin ihtiyarında mahvedip, bütün muradlarından nehyolunduğu halde, gayret ve himmetini onun hizmetine arz ede… Her ne emrederlerse saadet bilip, onu yapmağa can ü gönülden sa’y ve gayret eyleye… Eğer iktidâ ettiği şeyh zikri münâsib görürse, onu emreder. Şeyhin sohbeti mevcud oldukta, hiçbir şart ile zikre ihtiyaç yoktur Şeyh tàlibin haline her neyi münasib görürse, onu emreder. Eğer bazı şerâit-i tarîkatta taksîr, yâni noksanlık vâkî olursa, şeyhin sohbeti onu telâfî eder ve teveccühü onun noksanını ıslah eder.

Müridin, kâmil ve mükemmil bir pîre yapışmadıkça hali müşküldür. İnâbe eylediği şeyh nâkıs olmaya… Zîrâ nâkıs olan şeyh, hevâ ve hevesle meşgul olacağından şâyân-ı ittibâ değildir. Şâyet onun yoluna ittibâ olunsa, kendisi vâsıl olmadığından mürîdi îsâl edemez. Tarîklerin arasını ve sâliklerin çeşitli istidatlarını ayıramayan şeyh, sâlikini zulmet içinde bırakır.

İmdi bir mürşid gerektir ki, devlet-i cezbe ve sülûk ile müşerref, saadet-i fenâ ve bekà ile müsteid ve seyr ilallah, seyr billâh, seyr anillâh dairelerine vusûl bulmuş ola… Tàlib bu tarzda bir mürşid-i kâmil ve mükemmile nâil olursa, vücûd-u şerifini ganimet bilip, kendini tamâmen ona şipariş ede… Ve saadetini onun rızasında, şekâvetini de onun rızasının hilâfında bilip, bilcümle kendi hevâsını onun rızasına tâbî kıla… Ve bütün varlığından geçip, cümle tâat, ibadet, ilim ve ma’rifetini yokluk deryasına ata… Gönlünü Hak Sübhànehû ve Teàlâ’nın inâyetine bağlayarak, kendine ayna edindiği şeyhinin reddini red, kabûlünü de kabul bile… Zîrâ sâlikin yolunu kapayan kendiliğidir; yâni kendisinin ilm-i cüz’îsinden geçememesi, ilm-i küllîye vusûlüne mânîdir. Diğerleri de buna kıyasla

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.