Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

Mürşid ile Huzurda Bulunma Edebi

0 217

Feyzin gelişi bunu bağlıdır. Bu da iki kısımdır; biri zàhiren, biri de bâtınendir.

Bihasebiz-zàhir huzur edebi odur ki, mürid mürşidinin yüzüne bakmayarak, huzurunda boynunu büküp şöyle durmalıdır: Sanki sultandan kaçan bir köle tutulup sultanın huzuruna getirildiği vakitteki gibi. Ve o dâimâ huzû ve huşû üzere ola ve mürşidin emri ve izni olmadıkça oturmaya ve iktizà-yı şer’î veya tarîkatte bir müşkülü olsa bile, mürşidin izni olmadıkça kendiliğinden söze başlamaya, cevap vermeye, kalkmaya ve huzur-u mürşidde hazır olanlarla tekellüm etmeye… Her ne kadar ihtiyar ise de, tekellümden son derece sakına.

Vay vay bu ahir zaman dervişlerine! Ne edeb, ne de saygı var!.. Bazan ıslık çalacak kadar cür’etkârlarına rastlanıyor. Huzur-u şeyhte lâubâli konuşmalar, seslerini yükseltmeler, tenkitler, gıybetler, hattâ tahakkümler de görülen hallerdendir. Aman yâ Rab!..

Aşık olan kimse mâşukunun gayriden müstağni olduğu halde nasıl durursa, öylece durup mecliste olanlara kat’iyyen iltifat etmeye… Zira müridin mürşidine taaşşuk ve tâzimi, Hak Teàlâ için olduğundan, ona taaşşuk ve tâzim hakîkatte Hazret-i Allah Celle ve A’lâya’dır.

Ve dahi sâkit ve sâkin gözlerini yummak sûretiyle, feyz alabilmek için tazarrû ve niyazla, mürşidin bâtınına müteveccih ola… Vel-hàsıl mürşidini Rasûlüllah SAV’in nâibi ve hükm ü tasarrufta sultan addeyleye ve mürşidine olan muamelesi Rasûlüllah SAV’e veya sultana, padişaha, reisicumhura olan muamelesi gibi ola.

Heyhàt kendisini dervişim diye aldatan zavallılara!.. Zira hadis-i şeriflerde Efendimiz SAV:

(El-ulemâü veresetül-enbiyâ’) [Alimler peygamberlerin varisleridir.]

(El-àlimü fî kavmihî ken-nebiyyi fî ümmetihî) [Alim kavmi içinde, ümmeti içindeki peygamber gibidir.]

(Ulemâü ümmetî ke-enbiyâi benî isrâil) [Ümmetimin alimleri Benî İsrâil’in peygamberleri gibidir.] buyurmuşlardır.

Ebâb-ı tahkîk indinde bu hadisin hakîkatı odur ki; ulemâ zâhir alimleri değil, ilmiyle âmil olan àrif-i billâhlardır. İlmiyle âmil olmayan alimleri ise, kitap taşıyan merkeplere benzetmişlerdir. O halde âmil olan alim ile, âmil olmayan alim arasında çok büyük bir fark meydana çıkmaktadır. Bundan dolayı ikincilerden arslandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Bu hususta vârid olan hadis-i şerifler pek çoktur, pek de acıdır. Hattâ ehl-i cehennemin bunlardan Allah Celle ve A’lâ’ya sığınacakları bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak cümlemizi bu fenâ akıbete düşmekten emin buyursun… Âmîn, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm.

Ammâ bihasebil-bâtın huzur edebi odur ki; mürşid huzuruna vardıkta kalbi gàfil olmaya, veyahut kalbinde çeşitli hatıralar, vesveseler veya imtihan, itiraz, nefsinde muhabbetsizlik gibi kerih bir şey bulunmaya… Zira bunlardan birisi veya hepsi, kalb-i mürşidin müridden nefretini mucib ve mürşid nazarından sükûtunu, gözden düşmesini müntic olur. Çünkü her müridin mürşidin kalbinde yeri vardır. Ve dahi denilmiştir ki:

“–Mürşidin gözünden düşmek, yedi kat gökten yere düşmekten daha beterdir. Yâni gökten düşmek, mürşidin gözünden düşmekten daha hayırlıdır.” denilmiştir.

Ehlullah nazarından sâkıt olmak, Hakk’ın gözünden düşmeğe sebep olur. Öyle ise huzur-u mürşidde gafletten uzak olarak, vukûf-u kalbîyi muhafaza ile bâtınından feyzi tàlib olarak, kalbini mürşidinin kalbine muhabbet ve tazarru ile rabt edip, onun teveccüh ve iltifatına muntazır ola… Güneşin ziyasının bütün alemi kapladığı gibi, mürşidin feyzinin de bütün ufku doldurduğuna yakînen itikad ederek, müridin talebine muntazır olduğunu idrak etmesi lâzımdır.

Her ne kadar feyzi idrak etmese dahi, yine itikadı bozulmaya. Zira şart olarak müridin mücerred itikadı ve vüsûl-ü feyze hüsn-ü zannı kâfîdir.

Ehl-i dünyanın huzur-u mürşidde dünyadan bahisleri müride zarar vermez. Huzur-u mürşidde oturmağı uzatmamalı; zira mürşidin kalbinde nefret ve usanç uyandırabilir. (Eazenallàhu teàlâ an zâlik.)

Ve mürşidinin bâtınından gàfil olup, zâhiri ile meşgul olmaya… Çünkü mürşidin zâhiri ehl-i zâhir, bâtını da ehl-i bâtın içindir. Mürşidin başka kimselerle meşgul olmasına bakıp da, “Benden gàfildir, benimle alâkalanmadı; ben ondan nasıl istifâde ve istifâza edebilirim?..” dememeli ve bunu hatırına bile getirmemelidir. Çünkü mürşidin halk ile meşguliyeti, kendini Hak’tan alıkoymaz ve bütün müridleri onun kalbinde birer hardal misâlidir.

Ve şeyhini emsâlsiz bilip, “Şeyhim olmasa, beni Rabbime îsâl edecek yeryüzünde kimse bulunmaz!” demelidir. Kimsenin ta’n ve levminden korkmaya ve mürşidinden son derece korku üzere ola… İnâyet ve himmetinden ümidini kesmeye.

Müridin mal ve evlâdından, hattâ ruhundan ziyade şeyhine muhabbet eylemesi lâzımdır. Kendi saadet ve selâmeti mürşidinin rızasında; şekàvet ve felâketi de şeyhinin gadabından olduğunu bilmelidir. Ve hattâ mürşidini, mürşidinin şeyhi üzerine takdim etmelidir. Şeyhinin gözünden düşmek, şeyhinin şeyhinin… de ve müteselsilen Rasûlüllah SAV’e kadar bütün sâdâtın gözünden düşmesini mûcib olur. Ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın gözünden de düşmesine sebep olur.

Gerek mürşidinin huzurunda, gerek gıyabında, yâni olmadığı zamanda dahi, onun kahır ve satvetinden sakınmak ve uyanık bulunmak gerektir. Zira ehlullah, cevâsîs-i kulûb’durlar; Hak Teàlâ onları müridlerinin bütün ef’al ve hareketlerine ve hatıralarına muttalî kılar. Gerçi müridlerine söylemeleri nâdir olur ama, müridin her hali ona mâlûmdur.

Mürşidin gülmesine ve zâhirde hüsn-ü muamelede olmasına aldanmamalı ve kendisinden zâhir muamelesinin kesilmesini rica etmelidir ve mürşidden tâzim ve hürmet beklememelidir. Zîrâ mürşidin tâzimi müride semm-i katildir, yâni çabuk öldüren bir zehirdir. Bu hal müridi yabancı bilmesinden ileri gelir.

Mürşidin müridi tahkiri, onu terbiye içindir; tahammül ve sabretmek gerektir. Zîrâ müridler bütün hallerinde imtihandan hàlî olmazlar. Hattâ hikâye olunur ki, bir şeyh müridine yatak ve misafir odasını hazırlamasını ve kadınlar arasında bulunan filanca hanımı çağırıp, odada onları bir saat yalnız bırakmasını ve kapıda bekleyip başkalarının girmesine mânî olmasını tenbih eder.

Bunun üzerine mürid hiç itiraz etmeden vazifesini yapmış, feyzine de hiçbir zarar gelmemiş; ve odadan çıktıkları zaman, o hanımın şeyhin kızkardeşi olduğunu anlamıştır. Şeyh efendi müridine demiş ki:

“–Benim fiilimi gördün, bundan sonra sende bir şey kaldı mı?..”

Mürid cevap vermiş:

“–Evet, ben eskisi gibi feyz buluyorum ve itikad ederim ki, sizin fiiliniz hikmet ve maslahattan hâlî değildir ve buna her an şahidim vardır.” demiş.

Müridin bu sebatını gören şeyh efendi, onu tahsin edip:

“–Aferin oğlum! Git o hanıma sor ki, bana bir karâbeti filân var mıdır?..” demiş.

Mürid kat’iyyen böyle bir şeye cesaret edemeyeceği ricasında bulunmuşsa da, şeyh efendi:

“–Hakîkatı bilmeniz için sormanız lâzımdır.” deyince, mürid bil-mecbûriyye gidip hàtuna sormuş. O da:

“–Hazretin hemşiresiyim(kız kardeşiyim), uzaklardan ziyareti için geldim. İçeri girmeye fırsat bekliyordum.” demiş ve hakîkat da meydana çıkmış.

İhvân-ı din, şeyhin kendisinde görülen bu gibi hàlâta hemen itiraz etmemeli, sû-i zan etmişse der-àkab tevbe ve istiğfar etmelidir. Zîrâ bu gibi havâtır zehirdir.

Ehlullaha itiraz kapılarını açanların, sû-i hàtime ile ahirete göçtükleri erbâb-ı keşif ve ehl-i hakîkat tarafından bildirilmiştir.

Ehlullaha itiraz eden kimselerin muhakkak küfr üzerine ölecekleri bazı kitaplarda yazılmıştır Allah-u Teàlâ cümlemizi nefsin ve şeytanın şerlerinden emin eylesin…

Eğer mürid şeyhinde zâhiren şeriata muhalif bazı şeyler görürse, Hazret-i Mûsâ AS ile Hızır AS arasında vâkî muameleyi hatırlaması gerektir; çocuğun katli ve geminin delinmesi gibi. Bu onun ma’sıyetten kurtulmasına sebep olur. Çünkü velîlik için ma’sıyetten halâs şart değildir. İsmet ancak peygamberlerle büyük velîlere mahsustur. Velîlikte ma’sûmiyyetin şart olmadığına delil, ashàb-ı kiramdan bazıları hakkında hudûd-u şer’iyyenin icrâ edildiği ve bâhusus, ashàb-ı kiramın ednâsı dahi velîlerin a’lâsına fâik olduğudur.

Bâyezid-i Bestâmî Hazretleri’ne, “Şeyh zinâya giriftar olur mu?” diye sormuşlar da; “Evet.” demiş. Yalnız günaha ısrardan mahfuzdurlar, derhal tevbe ve istiğfar ederler. Ve bazan ma’sıyet sebebiyle çok tazarru ve niyâz edip nedâmet ve pişmanlıkla beraber çok ağlarlar. Bu sûrette hem ücub (kendi amellerini beğenip güvenmek) felâketinden kurtulur, hem de derecelerini arttırırlar.

İbn-i Atâ, Hikem’de demiş ki:

(Ma’sıyyetün evreset züllen venkisâren hayrun min tàatin evreset izzen vestikbâren) “Zillet ve inkisâr-ı kalbe sebep olan bazı ma’sıyetler, izzet ve büyüklük getiren tàatlerden hayırlıdır.” Zîrâ:

(El-ucübü hicâbüt-tevfîk) “Kendini beğenme, gurur ve büyüklenme gibi haller, insanın tevfîkàt-ı ilâhiyyeye mazhariyetine mânî olur.” buyrulmuştur. Bu sebepten, tevbekâr velî ma’sum olan velîden efdaldir, eğer sıfat ve amellerde müsâvî olursa…

Lâkin bugün insanlar, sàhibüt-tasarruf olan ve âsârı dâimâ görülegelen bir mürşidi, leziz yemekler yediği, soğuk su ve şerbetler içtiği, güzel elbiseler giydiği için, derhal itiraz edip inkâr yollarına saparlar. Ama bugünün mürşid geçinenleri, ekseriyetle şeyh taslakları kimseler olup, bunlar serap gibidir; kendileri de, etrafına toplananlar da susuzluktan mahvolurlar.

Bunlar idrakten aciz oldukları için, kendi kendilerine şeyh oluverirler. Halbuki bu gibiler mürid bile olamazlarken, zaman bunları bu hale sokmuştur. Riya, ücub, kibir ve gurur her taraflarını sarmış, kendilerinin bile tutacak tarafları kalmamıştır. Sırf çenelerinin kuvveti ve sözlerinin câzibesine kapılan zavallılara ne demek lâzımdır, bilmem.

Kendileri bu halde olan kimseler şarâb-ı hakîkîyi nasıl verebilirler?..

Netice, hakîkî mürşide itiraz ve inkâr, kendi reyine itimaddan ve “Böyle velî olur mu?” diye aklıyla riyâzet sahibi velî icad etmekten neş’et eder. Halbuki evliyâullahın avâma ve adete muhalif halleri olsa da zarar vermez. Belki günah ve yasakları terkedip, ferâizle iktifâsı velîliğine münâfî değildir. Zîrâ İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i Peygamberîde, Nu’man ibn-i Kavfel’in,

“–Menhiyattan ictinâb, yâni terk edilmesi lâzım olan şeyleri terk ile, ferâize iktısâr eylesem cennete dahil olur muyum?” diye sualine;

“–Evet, dahil olursun.” buyurmuşlardır.

Ve yine Efendimiz SAV:

(İnnemâ ene beşerun mislüküm ağdabü kemâ yağdabül-beşer) [Ben de sizin gibi bir beşerim; beşerin kızdığı gibi ben de kızarım.] buyurmuştur. Ve bir hadîs-i kudsîde:

(Evliyâî tahte kıbâbî lâ ya’rifühüm gayrî) [Evliyâlarım benim kubbelerimin altındadır, onları başkası bilmez.] buyrulur. Burdaki (kıbâb) lafzından murad, bazılarına göre ancak sıfât-ı beşeriyyedir.

“Bir velîde tasarruf görüldükten sonra, sünnetlerden bir sünneti terk eylediğinden nâşi, veya bir mubah-ı şer’îyi, yâni şer’an mubah olan, yemesinde, giymesinde yasak olmayan bir şeyi işlediği için itiraz etmek cahillikten neş’et eder.” demişlerdir. Mübaha itiraz ise, adet-i câhileyyedendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde cahillerin adetlerinden bahsedip, İsâ AS hakkında ve dolayısıyla bütün peygamberler hakkında da cârî olan bir ayet-i celîlede:

(Mâli hâzer-rasûli ye’külüt-taàme ve yemşî fil-esvâk) buyurur. Yâni o zamanki cahil insanlar, peygamberlerine karşı: “Bu nasıl peygamber? Hem yemek yer, hem de sokak ve çarşılarda gezer; böyle peygamber olur mu?” demek isterler. (Furkan: 7) Halbuki gerek peygamber ve gerek evliyâ, hepsi de beşerdirler; tabiat-ı beşeriyye onlarda da carîdir.

Mürid mürşidiyle yemek yemeye; esvabını giymeye; ona mahsus olan kâseden su içmeye; hayvanına binmeye, yerine oturmaya; meğer ki bunların herbirine izin vermiş ola.

Mürşidin cemî ahvâlini taklid etmeye… Bazı muhakkıkîn, “Taklid, zındıklığı mûcib olur.” demişlerdir. Zira ehlullahta bazı haller, işler olur ki, mahz-ı kudretten neş’et eder. Bu da sekr-i mânevî ve mağlubiyet hasebiyledir. Onlarda bazı fiiller vardır ki, hüküm ve maslahat icabı olmuştur. Nitekim, Mansur ve Bâyezid-i Bistâmî(kaddesallàhu sirrahümâ)’da görülen haller sekr-i mânevîdendir. Hızır AS’ın çocuğu öldürmesi, hikmet ve maslahat icabıdır. Eğer bunların fiillerini bir kimse taklid ederse, mülhidlerden ve helâk olanlardan olur.

Mürşidin tekdir ve tehdidini ve azarlamasını kötü görmeyip, belki lütuf ve maslahat addeyleye… Ve çok tevbe ve istiğfar eyleye. mürşidinin vefatından sonra zevcesini almaya. Mürşidi hayvanına binmeden kendi hayvanına binmeye. Mürşidi inmeden evvel inip, ona yardım ede.

Mürşidin hizmetinde ise, ondan evvel uyumaya. Helâya giderken yakınında durmaya ve onun helâsına girmeye. Velhàsıl mürşidinin kullandığı hiçbir şeyi kullanmaya.

Mürşidine tâzimen, her ne sorarsa saklamayıp doğru söyleye, hattâ günahı ve kabahati olsa dahi… Kalbinde olan şeyleri de gerek mürşidi, gerek tarikatı hakkında, tevbe ve istiğfar ile gideremediği takdirde, onların def’i için mürşidinden başkasına söylemeye ve ancak mürşidine söyleye… O hatıra kalbinde oldukça feyiz kapıları kapanır. İç hallerini de yalnız mürşidine söyleye.

Mürşidinin sevdiğini seve, sevmediğini sevmeye… Eh-i bid’atten ve erbâb-ı gafletten ve tarikatı inkâr edenlerden son derece kaçına… Müridlerin ecnebîlerden, yâni tarikat aleyhdarlarından ve şeriata aykırı giden ve muhalefet edenlerden, arslandan kaçar gibi kaçmaları ve ateşten sakınır gibi sakınmaları lüzumu rivayet olunmuştur. Zira bunların kalblerindeki kasvet, derhal müridin kalbine akseder ve hali perişan olur; gaflet, kasâvet, zikirde atàlet, tenbellik ve batàlet-i kalbe sebep olur. Ve bazan kalbi büsbütün zikirden men eder.

Ve dahi tarikatı inkâr edenin taamından yemeye. (Ya dini inkâr eden ehl-i fesadın yemeği yenir mi dersiniz?) Ehl-i inkârın yemeği, kırk gün feyiz kapılarını kapar. Ve ihlâs sahibinin yemeğini yiye. Lâkin onları pişirenlerin de tàhir ve abdestli olmaları lâzımdır. Ehl-i huzur olursa, daha efdaldir. Ve bu zikrolunanlar, o yemeklerin helâl ve şüpheden uzak olması suretindedir.

Yemekte ve içmekte bir lokma dahi olsa, israftan ve hırs ile yemek yemekten ve kalbi gàfil iken yemekten çok sakınmak lâzımdır. Zîrâ, “Gaflet lokması gaflet getirir, huzur ile yenen de huzur getirir.” demişler.

Ve dahi nefsini gadab ve gülmeden muhafaza eyleye… Çünkü bunlar nisbet nurunu söndürür ve kalbi öldürmekte suyun ateşi söndürmesinden daha sür’atlidir. Böyle gülme ve gadab etme hallerinde, derhal bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır.

Menhiyattan fazla olarak her mâlâya’nîyi, yâni bir işe yaramaz faydasız sözleri ve işleri terk ede… Çünkü bunların hepsi kıyamet gününde huzur-u Hakk’a arzolunur. Zîrâ ömür aziz, vakit cevher-i nefîs, fırsat ganimettir. Melik-i Cebbâr’dan bir daha mühlet verilmesi mümkün olmadığını düşünerek, her lahzayı ondan enfes olan zikrullaha ve Hak ile huzura sarf eyleye… Belki nefsini kefeni üzerinde meyyit halinde ve mezara girmiş addedip, haline merhameten zikrullah ile meşgul olup dura… Nitekim Peygamberimiz SAV Hazretleri, mürşidimiz, pîrimiz Ebûbekir RA (ruhum ona fedâ olsun) hakkında:

(Men erâde en yenzura ilâ meyyitin yemşî alâ vechil-ardı felyenzur ilâ ebî bekrinis-sıddîk) “Yeryüzünde yürüyen bir ölü görmek isteyen, Ebûbekir’e baksın!” buyurmuşlardır. Ve dahi:

(Kün fid-dünyâ bibedenike ve bikalbike fil-âhireti) [Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahirette…] buyurmuşlar. Ve bu mânâya işareti zımnında üç kere buyurmuşlar ki:

(Kün fid-dünyâ keenneke garîbün ev âbiru sebîlin ve udde nefseke min ashàbil-kubûri) [Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabirdekilerden say!]

Hak Celle ve A’lâ Hazretleri ise:

(İnneke meyyitün ve innehüm meyyitûne) [Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler!] buyurmuştur. (Zümer: 30)

Mürşid ile huzurda bulunma bahsinde kayda değer bir edebi de not olarak zikretmekte fayda gördük. Bu edeb şudur:

Bilhassa toplantı ve sohbetlerde hazır olan ihvânın, üçer beşer guruplara ayrılarak mâlâya’nî nevinden konuşmalara dalmaları, toplantının eSAV gàyesine uygun düşmüyor, aynı zamanda edebe de mugàyir oluyor. Bu gibi sohbetleri ganimet bilip, büyükler tarafından yapılan irşadı beklemelidir. Şayet bir konuşma yapılmıyorsa bile, sükût ve huzur içinde feyz-i ilâhînin gelişine intizarla oturmak gerektir. Zamanı, vakti, hattâ kalbi lüzumsuz konuşmalarla öldürmemek lâzımdır. Bu edebe muhalefet edenleri uyarmak ve sükûte davet etmek de, orada bulunanların vazifelerindendir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.