Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

Râbıta nedir ?

0 590

Bu çalışmazımızda, râbıtanın lûgatte ve tasavvuf ıstılâhında ifade ettiği mânâlar, tarîkatlardaki yeri, mâhiyeti ve bunlara uygun bazı konular üzerinde duracağız.

***

1. KELİME OLARAK RÂBITA

Râbıta kelimesi, Arapça “rabt” mastarından ism-i fâil müfred müennestir. Cem‘îsi, revâbıt gelir. Lûgatte çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Şöyle ki:

1. İki şeyi birbirine bağlayan ip ve sâir bağ, bend: Bunu tutturacak bir râbıt lâzım, gibi.

2. Münâsebet, alâka: Akrabalık râbıtalarına ehemmiyet vermek; dostluk râbıtalarını kuvvetledirmek; râbıta-i muhabbet gibi.

Yani kalbi, bir şeye muhabbetle-sevgiyle bağlamak ki, bu mânâda râbıta, isteyerek veya istemeyerek, her insanda mevcuttur. Ancak, kalbin bağlandığı şey; bazan güzel, bazan çirkin, bazan da mübahlardan herhangi bir şey olabilir. Çünkü bu, ya İlâhî emirdir; Hz. Allâh’ı, Resûlü’nü ve Allah dostlarını Allah için sevmek gibi…

Ya da İlâhî bir nehiydir; haramlardan ve mekruhlardan hoşlanmak gibi… [Her ne kadar mekruhlar için ikâb (ceza) yoksa da, itâbı yani azarlanıp kınanmayı mûciptir.] Yahut da mubah olur; insanın eşini ve çocuğunu, fıtratında/tabiatında olan ve hiçbir zaman kendisinden ayrılmayan bir huyla sevmesi gibi.(1)
3. Mensûbiyet, intisap: Dervişin şeyhine olan râbıtası gibi.

4. Nizam, tertip, usûl, münâsebet. Meselâ:

“Bu iş’te, bu adamda râbıta yoktur” cümlesinde,

Milli şairimiz M. Akif’in,

“Çamlıbel sanki şehir: zâbıta yok, râbıta yok
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok” mısralarında,

Ahmed Cevdet Paşa’nın, “Sonraları şark ve garpta büyük büyük vak‘alar zuhûra geldi; nice devlet ve milletlerin râbıtaları bozuldu” ifâdelerinde olduğu gibi.

Binâenaleyh, “Râbıtasız adam”, “O adamın râbıtasızlığı mâlum” demek; münâsebetsiz, ağırbaşlı olmayan, yol-yordam bilmeyen adam demektir. “Râbıtasız bir dâire”; nizamsız, tertipsiz bir dâire demektir. “Râbıtalı söz”; tertipli, muntazam ve yerinde sarf edilmiş sözdür. “Râbıtalı adam”; münâsebetli, kavli ve fiili yerli yerince olan, sözünü ve işini bilen adam, demektir.

Kezâ, “Râbıtalı adam” demek; Allah Teâlâ’nın, sabır-sebat-feyz ve ilhâmla kalbini kuvvetlendirdiği insan demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de, Ashâb-ı Kehf ile alâkalı olarak, “Biz de onların hidâyetini artırdık… Onların kalblerine râbıta verdik (ve böylece metin kıldık, kuvvetlendirdik)”(2) buyuruyor. Hz. Mûsâ’nın (a.s.) annesi hakkında da, “Mûsâ’nın annesinin kalbi (üzüntü ve kederden) bomboş kalıverdi. Eğer biz, (va‘dimize) inananlardan olması için, kalbine râbıta vermemiş (bu vesîleyle pekiştirip kuvvetlendirmemiş) olsaydık, neredeyse iş meydana çıkacaktı”(3) buyuruluyor.

5. İbâredeki cümleleri birbirine bağlaya edat: Bu iki cümle arasında râbıta ister, gibi.(4)
***

2. TASAVVUF ISTILÂHINDA RÂBITA

Tasavvufta râbıta, esas itibariyle Nakşibendî yolunun ıstılahlarındandır. Ancak diğer tarîkatlerde de lafız olarak değilse de mânâ olarak râbıta vardır.

Ehlüllâha göre râbıta; mürîdin, hâlis bir muhabbetle şeyhinin sûretini, istifâde ve istifâza mülâhazasıyla, hayal hazînesinde tasavvur etmesi… Şahsen görmemiş ise, ruhâniyetini tasavvur eylemesi(5) ve bu usûle riâyetle, kalben onun rûhâniyetinden istimdât etmesidir.

Başka bir ifadeyle; dervişin şeyhine husûsi sûrette bağlanmasıdır. Yani mürîd, kendi kalbinden hilâfet sırrına mazhar olmuş üstâzının kalbine mânevî bir irtibat kurarak, onun kalbinden kendi kalbine feyz geldiğini tefekkür eder… Ve yine bu esnada devamlı olarak kalben, mürşidinin mübârek sûretini tasavvur eyler.
Yukarıdaki parağrafı biraz daha açacak olursak, mutasavvıflara göre râbıtayı şöyle de ifade edebiliriz:

Râbıta, mürîdin, kâmil ve mükemmil olan şeyhinin rûhâniyetinden feyz alacağına inanarak, onun sûretini (şekil ve şemâilini) zihninde tasavvur etmesidir. Yine râbıta; mürîdin şeyhini severek yâdetmesi (hatırlaması) ve sûretini zihninde canlandırmasıdır ki, buna râbıta-i muhabbet denir.

Mürîdin kalben şeyhi ile beraber olması ise, mânevî birlikteliktir, gönüllerin bir olması ve kaynaşmasıdır. Bu maiyet-i mâneviyeye (mânevî beraberliğe) de, râbıta-i kalbiye ismi verilir.
Mürîdin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır ki, buna fenâ fişşeyh tâbir edilir. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın öncüsüdür. Sâlik, râbıta vesîlesiyle önce şeyhi ile, sonra da şeyhi vâsıtasıyla Allah (c.c.) ile irtibâtını kurmuş olur.(6)
***

3. TARÎKATLERDE RÂBITA USÛLÜNÜN TATBİKİ

Râbıta; turuk-ı aliyye tâbir edilen yüce tarîkatlerin tamâmında ve bâhusus –her hâl ve keyfiyeti Resûlüllâh’ın (s.a.v.) sünen-i seniyyelerine ittibâ(7)dan ibâret olup, şerîattan hâriç, sünnetlerden fazla hiçbir usûl ve âdetleri bulunmayan– Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’de mühim bir rükündür.

Tatbik usûlüne gelince…

Bilindiği gibi kalb; sol memenin iki parmak aşağısında, üçüncü parmağın altında bulunan bir et parçasıdır. Yumurtaya ve çam kozalağına benzer. Sivri olan başı, sol kaburganın altına; kalın olan kısmı ise, içeriye doğru girmiştir. Buna sanevberî kalb denilir. Rûhânî kuvvete ise, hakîki kalb adı verilir. Sanevberî kalb, hakîki kalbe hücre ve yuva gibidir.

Mürid, kendisine ezâ ve cefâ vermeksizin tam ve kâmil bir edeple oturur… Başını ve vücudunu, azıcık kalbe meylettirir… Gözlerini kapar… Zira göz, kalbin rehberi, delîli ve kılavuzu demektir… Göz ne ile meşgul olursa, kalb de onunla meşgul olur. Bu itibarla havâss-ı zâhirin (duyu organlarının) boş ve hareketsiz olması lâzımdır. Vücudun hiçbir uzvu, kişinin kendi isteğiyle hareket etmeyecektir. Dudaklar birbirine bitişik, dil de damağa yapışık olur.

İki kaşın arasındaki nefis de kalbe bağlanır. Yani mürid, bu hâl üzere kendini hazırlar; tam bir zevk ve şevk, kusursuz bir hürmet ve tâzimle şeyhinin huzûrunda bulunduğunu tasavvur ederek, onun kalbinden kendi kalbine nûrânî bir hatla feyz-i İlâhî’nin aktığını tahayyül eder. Müşahhas bir misâlle anlatmak gerekirse, mürid, mürşidinin kalbini Güneş gibi kabul edip, ondan mânevî cereyânı kendi kalbine çektiğini düşünebilir. Bunun en azı, bir çeyrek saattir; daha az olursa, tesiri de az olur.
Anlatılan bu minvâl ve miktar üzere râbıtaya devam edip, Allah’tan başka her şey unutulduktan sonra ise, kalbî zikre başlanır. Kalbî zikir sırasında bütün dikkat mânevî kalbe çevrilir. Maddî kalbin atışı, nefesin girip çıkması ile hiç alâkadar olmadan, mânevî kalbimizdeki hakîkat-ı câima-i kalbiye makamında verilen adet ne kadar ise o miktar “Allah-Allah-Allah” diyerek zikre başlanır.

Zikir ânında, bu ismin sâhibinden başka hiçbir şey düşünülmez. Şayet akla başka düşünceler gelecek olursa, zikir bırakılıp istiğfâr getirilerek üç-dört dakika râbıta yapılır ve zikre öyle devam edilir. Zikir ânında da, râbıtada olduğu gibi, dil damağa yapışık olarak tutulur. Verilen adet tamamlandıktan sonra da, yapılan bu zikir, usûlünce hediye edilir.
Râbıtayı inkâr etmek mümkün mü?

Buraya kadar anlattıklarımızla ortaya çıkmıştır ki, râbıta-i şerifeyi inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr edenler ise, ya çok câhil, ya da çok inatçı olduklarından dolayıdır.

Câhile tavsiyemiz; bilmediği şeye karışmamasını söylemekten ibârettir. Zira bir insan, cehline rağmen, şu helâldir, şu haramdır, derse; Allâh’ın (c.c.) göndermediği bir hüküm ile hükmetmiş, şerîatta olmayanı şerîata sokmuş, şerîatta olanı da şerîattan çıkartmış olabilir. Bu ise küfürdür! Cenâb-ı Hak, “Kim Allâh’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir”(1) buyuruyor.

Bildiği halde inat ve itiraz edene ise tavsiyemiz; ilmi ile amel etmesi, inadı bırakıp nefsinin hevâsına uymamasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, “Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni, Allâh’ın yolundan saptırır”(2) buyuruyor.

İnat edip hevâsına tâbi olmakta ısrar ediyorsa, bilmelidir ki, mânevî bakımdan kalb hastasıdır. Bu gibi kimselerin yapacağı ilk iş; kalblerini tedâvî etmeleridir. Aksi halde, tatlı zikirlerin zevkine varamayacakları gibi, onların meşru’iyetini açıkça gösteren delilleri de görüp anlamaları mümkün olmayacaktır!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.