Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

28. Mevlânâ Habîbullâh Cân-ı Cânân el-Mazhâr (Kuddise Sirruh)

0 293

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. Seyyiddir. Silsile-i aliyyenin yirmi sekizincisidir.

İsmi, Şemseddin Habibullah’tır. Babası Mirza Can’dır. Onun ismine izafeten Can-ı Canan denilmiştir. 1701 yılında doğdu. 1781de şehid edildi. Ceddi, ileri gelen devlet adamlarından olup, Teymuriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Babası Mirza Can, mevki ve makamı terk edip, fakirliği ve kanaati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikahı için ayırdığı yirmi beş bin rub’iyye miktarındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlakı, insani meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zattı.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, Zeka, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firaset erbabı, onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sahip olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve taliminde, ilim öğrenmesi hususunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük yaşta ilim, marifet öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmaya başladı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan itibaren gayet iyi değerlendirdi. İlim ve marifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve maharetleri öğrendi. Kendisi şöyle demiştir: “Çocukluğumda İbrahim aleyhisselamı rüyamda görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavuştum. Yine çocukluğumda Hazret-i Ebu Bekiri ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübarek sureti karşıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu.”

Yine şöyle anlatmıştır:
“Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda imam-ı Rabbani hazretlerinin ruhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hâli babama söyleyince; “Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin” dedi. Allahü teâlâ benim tinetime, sünnet-i seniyyeye ittiba etme, uyma hasletini yerleştirmiş.”

Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır:
“Farisi lisanını ve diğer bazı bilgileri babamdan, Kur’an-ı kerimi, tecvid ve kıraat ilmini Kari Abdürresul’den, akli ve nakli ilimleri de zamanımızın âlimlerinden öğrendim. Hacı Muhammed Efdal’den, tefsir ve hadis ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hacı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsilimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam vefat etti. Vefat etmeden önce şöyle vasiyet etti: “Bütün vaktini, kemalatı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeylerle geçirme.”

Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye devam ettim. Bir gece rüyamda evliyadan bir zatı gördüm. Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını başıma koydu.” Bu rüyadan sonra gönlümde makam ve mevki arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaştı. Bir defasında rüyamda gaybdan bir ses; “Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidayete kavuşması ve onları hidayete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!” dedi. Bu rüyayı da görünce tasavvufa yönelip, batın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid Nur Muhammed Bedayuni’nin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce marifet sahibi bir zat olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dinin emirlerine tam uyan, yüksek ahlak sahibi bir zat idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzurunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzurunda dirilip itminana eriyor. Hakk’a kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabul etmesini arzedince, istiharesiz talebe kabul etmediği halde beni derhal kabul etti. Feyzleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifatına kavuştum.

Kısa zamanda Nur Muhammed Bedayuni hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hallerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilahinin sarmasından, cezbenin çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murakabe halinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihayet o hale geldim ki; “Rabbini görüyormuş gibi ibadet et” hadis-i şerifinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fena ve beka hallerine kavuştum. Büyüklerin tarif ettiği maksada, sırr-ı tevhide yükseldim.

Nur Muhammed Bedayuni, benim hallerime bakıp, bana karşı tevazu ile, büyük bir sevgi ve alaka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; “İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nurundan diğeri görülmüyor. Eğer taliplerin terbiyesine yönelsen âlem nurlanır” buyurdu. Yine bir gün bana; “Sende Allahü teâlâya ve Resulüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemseddin Habibullah ismi verildi” buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havale etti.

Hocam Seyyid Nur Muhammed Bedayuni’nin sohbetine dört sene devam ettim. Sonra bana icazet verdi. Bana Ehl-i sünnet itikadı üzere olmamı, sünnet-i seniyyeye uymamı ve bidatlerden sakınmamı vasiyet etti.

Hocası Seyyid Nur Muhammed’in vefatından sonra, insanları irşada ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler, amirler, veliler ve halk devam edip ondan feyz aldılar. Mir Müsliman, Senaullah Pani-püti, Gulam Kaki, Seyyid Âlimullah, Seyyid Abdullah Dehlevi gibi büyük âlimler ve veliler yetiştirdi.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsan etti. Saltanat işlerinin idaresi ve memleketin nizamı hususunda, herkesin haline uygun en güzel usulü öğrenmiş idim. Bunun için zamanın meşhur devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorar ve bizden aldıkları cevaba göre hareket ederlerdi.”

Yine şöyle buyurmuştur:
“Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hasıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun nuruyla insanların saadet veya şekavet, (Cennet veya Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum.”

Nevvab Han Firuzcenk, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu halini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; “Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zat hediye kabul etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz” dedi. Bu hadise üzerine Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri; “Biz, zenginlerden bir şey kabul etmemeye, almamaya kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabul etmedik” buyurdu. Sonra Nevvab Han Firuzcenk, otuz bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı ve; “Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız” dedi.

Yine Afgan serdarlarından biri, eşrefi denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da kabul buyurmayıp; “Her ne kadar hediyeyi kabul etmek lazımsa da, mutlaka kabul etmek lazım olduğuna dair bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlas ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabul etmiyoruz. Kaldı ki, ümeranın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helalden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabul etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyamet günü onun hesabını vermek zordur. İmam-ı Tirmizi’nin, Ebu Berze’den getirerek yazdığı hadis-i şerifte Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Kıyamet günü herkes, dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı.” Bunun için çok dikkat etmek lazımdır” buyurdu.

Mazhar-ı Can-ı Canan’a yine devlet adamlarından biri Hindistan’ın meşhur meyvesi olan “Enbe”den (Hint kirazı) bir miktar hediye göndermiş ve kabul etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tane “Enbe” alıp gerisini iade etmiş ve; “Bu fakirin gönlü, bunları kabul etmek istemiyor” buyurmuştu. Biraz sonra huzuruna bir bahçe sahibi gelip; “Falan emir, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti” dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himaye edilmesini söyledi. Sonra da; “Sübhanallah, onun getirdiği bu yiyecek bizim batınımıza zararlı oldu” buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin ikramını hiç kabul etmedi. Yine bu hadise üzerine; “Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikram ettiği yiyeceklerdir. Hatta fakirlerin ikramları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar” buyurdu.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: “Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı, taat ve ibadetin nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanaatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; “Allahım! Âl-i Muhammed’in rızkını kâfi gelecek kadar kıl” buyurduğu duasına uygun olarak, insan için lazım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir.

Eshab-ı kiram da böyle dua ederdi. İsrafa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilahi bir hediyedir. Allahü teâlâya kavuşmak ve Resulullah efendimizin didarını, mübarek yüzünü görmektir.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlas ile bağlıydı. Bilhassa İmam-ı Rabbani hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zatları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için en kuvvetli vasıtadır” buyurdu.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri şöyle anlatmıştır:
“Bir defa cihanın süsü ve kâinatın serveri olan Peygamber efendimizi rüyada görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübarek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yani İmam-ı Rabbani hazretlerinin evladı da orada idiler. Resulullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakir; “Ya Resulallah, onlar benim pirimin evladıdır” diye arzettim. “Onlar bizim sözümüzü tutarlar” buyurdu. Onlardan bir aziz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; “Ya Resulallah, hazretiniz Müceddid-i elf-i sani hakkında ne buyurursunuz?” diye arzettim. “Ümmetimde onun bir benzeri yoktur” buyurdu. “Ya Resulallah! İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat’ı, mübarek nazarlarınızdan geçti mi?” dedim. Buyurdu ki: “Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!” Ben de, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bazı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; “O, vera-ül-vera sonra yine vera-ül-vera’dır, yani Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir” buyurduğunu okudum. Resulullah efendimiz bunu çok beğendi ve; “Tekrar oku!” buyurunca, tekrar okudum. Bu ifadeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti.

Ben gördüğüm bu rüyada, Resulullah efendimizin mübarek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nur ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyanın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım.”

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, şehid olarak vefat etti. Vefatından birkaç gün önce, bu fani dünyadan gitme zamanının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için bambaşka bir aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibadet ve taatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murakabeleri büyük bir huzur hali içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzurunda toplananlar yüz kişiden ziyade olur, bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Nesim, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; “Artık seninle bir daha görüşeceğimiz malum değildir” buyurdu. Bu sözleriyle vefat edeceğine işaret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını tutamadılar. Yine vefatının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzak’a yazdığı bir mektupta; “Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duada bulun” diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işaret etmiştir.

Yine vefatının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nimetleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: “Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nimete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsan etti. Beni İslam-ı hakiki ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Salih amel üzere istikamet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve keramet ihsan etti. Beni dünyaya düşkün olmaktan ve dünyaya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücudum zayıf düştü. Cihad edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir.”

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihayet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecusi idiler. Huzuruna girince, Mazhar-ı Can-ı Canan sen misin?” dediler. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri de; “Evet benim” buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isabet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.

Durumdan haberdar olan Nevvab Necef Han, sabah erkenden frenk bir tabip gönderdi. Tabibe; “Çabuk gidip bu mübarek zatı tedavi et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın” dedi. Frenk tabip gidip Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvab Necef Hana; “İyileşip kurtulur, başka tabip göndermeye lüzum yok” dedi. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fatiha-i şerifi okudu. İkindi vaktinde; “Günün bitmesine kaç saat vardır?” buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cuma, hem de Aşure günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehid olarak vefat etti.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri, İslamiyetin yayılması ve insanların hakiki saadete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zatlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslamiyeti öğretmişler, imanlarının vicdanileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslamiyete uyulmasına, güzel ahlakın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muamelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saadete kavuşmakla şereflenmişlerdir.

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:
“Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve halis niyetle ve batıni nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur.”

“Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için masivayı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır.”

Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin kendi eshabına, talebelerine nasihatleri şöyledir:
“Takvanın ve veranın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resulullah efendimize mütabeat yani tam uymak ve onun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi halinizi, ehli sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer haliniz, ehl-i sünnette bildirilen hususlara yani dinin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun değilse merduddur, reddedilecektir. Dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmak için, ehl-i sünnet vel cemaat itikadı üzere olmak lazımdır.”

Dünya metaı pek azdır
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kemal derecede zühd ve tevekkül sahibiydi. Dünyadan ve dünyaya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabul etmezdi. Kabul ettiği çok nadir olurdu. Zamanın padişahı Muhammed Şah, veziri Kameruddin Han ile Mirza Can-ı Canan’a haber gönderip, şöyle dedi: “Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler.” Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu teklif üzerine şu cevabı verdi: “Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen; “…Onlara şöyle de; dünyanın metaı pek azdır…” (Nisa suresi: 77) buyurarak dünyanın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esası ise, ondan uzak durmaktır.”

Yine o havalinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri için bir dergah yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyacını da karşılayacağını bildirerek kabul etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri kabul etmedi ve; “Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazinesi sabır ve kanaat olup, bu kâfidir” buyurdu.

Hakiki ilaç
Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfuzatı, Kelimat-ı Tayyibat denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:

“Kardeşim, zamanımız talebesinin zayıflığından, evliyadan keşf ve keramet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe talip olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakiki hakimdir. Al-i İmran suresi 31. âyetinde mealen; “Ey Habibim! Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever” buyurulması, bütün yollardaki saliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızasını kazanmayı, Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günah hastalıklarından kurtarmak için, ilaç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilaçları alan, perhize riayet eden sıhhat ve şifa bulur. Kaçınan kendini ziyan ve telef etmiş olur.

Bu reçetenin bir sureti, bir de hakikati vardır. Sureti ile avam müslümanları hareket eder. Bu da, itikadını düzelttikten sonra dine uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennetin nimetleri ve Cehennemden kurtulmaktır. Hakikati ise havassa, seçkinlere mahsus olup, kalblerin nurlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan suret bulunmakla beraber, riyazet ve mücahedelerde de vardır. Burada ele geçen, tecelli ve keşflerdir. Surete iman ve İslam, hakikate ise ihsan denir. Nitekim Hadis-i şerifte; “İhsan; Rabbine, onu görür gibi ibadet etmendir” buyuruldu. Hakikatsiz suret, derideki hastalıklara çare bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilaçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakikatin ise, suretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakikat değil, mekr-i ilahidir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.

Hakikat, temizlemek, yani hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, büsbütün şifa bulmak, bu iki tedavinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Eshab-ı kiramın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifa tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedavi ve ilaç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resulullaha tâbi olmak, taat ve ibadetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzuru ve nefslerin temizlenmesi tesirini yapıyordu. Resul-i ekremin bereketli sohbeti ve İslamiyet reçetesinin tatbiki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevacidlerden ziyade, suret ve hakikate son derece riayet ve ihtimam gösterip, hakikati koruyan sureti muhafaza edip, keşf ve keramete itina göstermediler. Bunları kemalin, olgunluğun icap ve şartlarından saymadılar.

O halde, tam sıhhate kavuşmak isteyen bir talip, Resulullahın sünnetine uymayı, bütün riyazet ve mücahedelerden üstün ve buna ait olan nur ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevacidlere, batın cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakikatlerin elde edilmesine sebep olan büyüğü, Resulullah efendimizin vekili bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.

Fıkıh bilgilerini öğretiniz. Fıkıhsız din olmaz. Ehl-i sünnet itikadını öğretmeye, yaymaya pek ehemmiyet veriniz. Her şeyinizde Allahü teâlânın habibi olan Peygamber efendimize ittibaya, uymaya gayret ediniz. Çünkü Allahü teâlâ habibine uyanları çok sever.” (21. mektup)

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.