Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

38. MEKTUP

0 74
38. MEKTUP
·         Şeyh Muhammed Çeteri’ ye göndermiştir.
·         İsim sıfat, şuûn ve itibarlardan soyut olan Zat-ı Sübhaniyye ile alaka kurmanın izahı; emsalsiz ve keyfiyetsiz olanı mislî ve keyfiyet bağımlısı olanla karıştıranların yergisi; fena makamlarının farklı dereceleri
Kıymetli mektubunuz elimize ulaşmakla memnuniyetimize sebep oldu. Allah bizi ve sizi kendisiyle beraber kılsın, bizi kendi­sinden bir an bile gafil bırakmasın.
Allah’ın öz Zât-ı Pâk-i Sübhâniyesi’nin dışında olan her şey, Allah’ın isim ve sıfatı da olsa, “gayr”ve “siva” olarak anılır. Kelam alimlerinin ; “Allahu Teâlâ’nın sıfatları O’nun ne aynısı ne de gayrısıdır” sözü ise başka bir anlam ifade eder. Onlar bu sözleriyle ıstılahî anlamdaki “gayr”ı  155 kasdetmişler ve bu manada sıfatları “gayriyetten” tenzih etmişlerdir. Yoksa kelamcıların maksadı genel anlamıyla gayriyeti (başkalığı) reddetmek değildir. Nitekim kai­deye göre, hususi bir mananın nefyi umumi mananın nefyini gerektir­mez. 156
 
155 –  Kelam dilinde bu kelime sözlük anlamından farklı olarak birbirinden bağım­sız, biri diğerinden ayrılabilen iki şey arasındaki ilişkiyi anlatmak üzere kul­lanılır. Imam-ı Rabbani de gayr kavramından bu manayı kast etmektedir. Ya­nı kelamcılar, Allah’ın sıfatları Allah’tan bağımsız bir varlığa sahip değildir, demek istemiştir.
156  Örneğin teravih namazının farz olmadığını söylediğimiz takdirde onun ibadet olmadığını ima etmiş olmayız. Zira ibadet kavramı vacip, sünet ve müstehap gibi farzdan başka kavramlarıda içermekle farzda daha umumi bir kavramdır.)
 
Cenabı Allah’ın zatından bahsederken başka şeylere benzemekten başka çaremiz yoktur. Zira zat mertebesinde yapılan her isbat (olumlama) sapkınlıktır. Bu konuda kullanabileceğimiz en iyi ifade; “O’ nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şura, 11 )ayetidir
Allah’ın öz zatının bilinmesi, müşahede edilmesi ve onun ta­nınması imkansızdır Gözlerin gördüğü, kulakların duyduğu ya da hatır ve hayale gelen şeyler Allah’tan başka şeylerdir. Bu gibi şeylerle alaka kurmak Allah’tan başka şeylerle alaka kurmak an­lamına gelir ki, bunun da derhal “ la ilahe”kelimesiyle yok edilme­si gerekmektedir. Eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olan öz Zât-ı Pâk-i Sübhaniyye’nin isbatı ise “illallah” kelimesiyle olur. Bu isbat işin başında taklid yoluyla olur ve zamanla delillerine inerek tah­kike dönüşür.
Yolun sonuna henüz varamamış bazı seyr u sülük erbabı, mislî ve keyfiyet sahibi olanın misil ve keyfiyetten münezzeh olan Allah’ın aynısı olduğunu iddia etmişler ve O’na bilgi ve müşahe­denin yol bulabileceğini ileri sürmüşlerdir. Taklid erbabı bunlar­dan kat kat daha üstündür. Zira onların taklidi nübüvvet meşale­sinin ışığından alınmıştır. Bu meşalede hata olmaz. Anılan kıt ba­kışlı sûfilerin önderi ise sakat keşifleridir.
Bakın, iki yol arasında ne kadar uzaklık vardır!
Bunlar her ne kadar Zat’ı gördüklerini iddia etseler de ger­çekte Zat’ı inkar etmektedirler. Bilemiyorlar ki burada isbata kal­kışmak bile inkarın ta kendisidir.
Müslümanların önderi Kûfeli İmam-ı Azam (rh.a.); “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana hakkıyla ibadet edemedik. Fakat seni hakkıyla bildik.” demiştir. İbadetin hakkının verileme­yişi malum. Allah’ı hakkıyla bilebilmek ise, Zat-ı Bâri’nin nihai derecede bilinmesinin ancak; “Onun benzeri hiçbir şey yoktur”ayetinde belirtilen esastan ibaret oluştuğuna bağlıdır. Anlayışı kıt kimse ilim ve marifetin farkını idrak edemeyerek bu sözden hareketle zannetmesin ki, avam-havas, yolun başıda olanlar ve yolun sonuna varanların bu bilgide mertebeleri aynıdır. Zira ilim, yolun başında olanlara, marifet ise yolun sonunda olanlara mahsustur. Marifet fenâ makamına erişmedikçe ele geçmez. Ve bir kimse fena fillah makamına ulaşmadıkça bu devlete erişemez. Mesnevi;
Mevlasında fani olmayan kimsenin,
O’nun yüceliklerine yol bulması mümkün değildir.
Bu durumda marifet ilmin ötesindedir. Yine bilinmesi gere­kir ki, bildiğimiz ilim ve idrakin ötesinde marifet denilen bir mer­tebe vardır. Buna aynı zamanda idrâk-i basît de denir.
Dostum bu şaka değildir, sadece
Bu çok harika ve ilginç olanın öyküsüdür.
Mesnevi:
“Keyfiyet ve kıyastan öte bir ilişkisi var,
İnsanların ruhlarıyla Rahman’ın.
“Nas” dediysem; ne “vahaların nesnası” (Maymun) ne de ovalarda
Dolaşan “ruhsuz nas” değildir meramım.”
Fena makamında mertebeler farklı olduğundan yolun sonu­na varanlar arasında da marifet konusunda farklılık vardır. Fenâsı mükemmel olanın marifeti de mükemmel olmakta, fenası eksik
olanın marifeti de eksik olmaktadır. Durum diğerlerinde de bu kı­yas üzeredir.
Sübhânallâh söz nereden nereye geldi! Oysa halime yakışan, bir kazancım olmadığından, gayeme erişemediğimden, sebat ve istikametsizliğimden söz etmek ve dostlarımdan yardım istemekti. Yoksa benim bu gibi sözlerle ne münasebetim olabilir ki!
                Kişinin haberi yoksa kendinde,
                Haber verilebilir mi ötekinden berikinden!…
Fakat âli himmet ve üstün tabiatım, beni kıt sermaye ve düşük eğlencelere kanmaktan alıkoyuyor. Bu sebeple bulunduğum Mertebeden yükseliyorum. Hiçbir şeyse de bir şey dediğimde ondan diyorum. Hiçbir şey bulamasam da aradığımda sadece onu arıyorum. Hiçbir husûlüm olmasa da ne hasıl olduysa o hâsıl olmuştur. Husûlüm dahi olmamasına rağmen eğer bir şeye vusûlüm olmuşsa sadece O’na olmuştur.
Bazı büyüklerin ibarelerinde yer alan zati müşahedenin sırrı ancak kemal erbabına aşikar olur. Yetersiz kimselerin bu sırrı an­laması imkansızdır.
Ahmaklar büyüklerin halinden ne anlasın ki!
Sözü kısa tut, sus vesselam.
Mektubunuzun başlığına “O zahirdir; bâtındır…” ( Hadid,3 ) ayetini yazmışsınız. Muhterem kardeşim! Evet, doğru; “O zahirdir, bâ­tındır…” Fakat bu fakir, bir müddettir bu sözden tevhîd-i vücûdî anlamını çıkartamıyor ve bu ayetin manasıyla ilgili olarak alimle­ringörüşlerine katılıyorum ve görüşlerinin doğru olduğuna inanı­yorum. Alimlerin bu sözlerinin doğruluğu bana göre tevhid-i vücudi görüşünü savunanların sözlerinin üstündedir. “Herkes ne
için yaratıldıysa om muvaffak olur. “ (Buhari, Kader,2 nr.6596 )
Her insanın yatkın olduğu bir işi vardır.
İnsanın mutlaka yapmakla yükümlü olduğu şey; Allah’ ın emirlerine sarılmak ve yasaklarından sakınmaktır.
“Peygamber size ne verdiyse onu alın. Sizi neden nehyettiyse ondan uzak durun.  Allah’tan korkun.” (Haşr,7)
İnsan ihlası elde etmekle emr olunmuştur. Fenâ ve zati muhabbet olmadan İhlasın hakikatına erişemeyeceğinden, öncelikle on makamdan ibaret olan fenanın ilk mertebelerini geçmek gerekir. Fena makamı her ne kadar mahza Allah’ın bağışı ise de, onun ilk mertebeleri çalışmaya bağlıdır. Şu da var ki, ön hazırlık safhasında yoğun çalışmadan ve iç dünyasını arındırma konusunda aşırı riyazet ve mücahede yapmadan bazılarının gerçek fenâ makamıyla müşerref olduğu da vakidir.
O halde bu kimsenin hali şu iki şıktan birine dahildir. Durakalanların mertebelerinde durakalmak veya noksan kimseleri yetiştirmek için bu aleme tekrar geri dönmek. Birinci şıkta bu kimsenin seyr u sülûkü anılan makamlardan geçmez. Bu kimsenin isim ve sıfat tecellilerinin ayrıntılarından haberi olmaz. İkinci şıkta bu aleme dönerken onun seyr u sülûkü bu makamların ayrıntılarından geçer ve sayısız tecellilerle şereflenir. O, sureta mücahede halindedir fakat gerçekte o tam bir zevk ve lezzet içindedir. Dış görünüşü itibariyle o riyazet içindedir. Ama iç dünyası itibariyle o nimet ve lezzete nail olmuştur.
Bunlar ne büyük saadetlerdir; kimin nasibi olur acaba?
Bu anlattıklarımız üzerine; “ihlas, yerine getirmekle emr olunduğumuz görevlerden olduğuna ve ancak fenâ fillahtan sonra ele geçtiğine göre, o kadar ali, salih ve hayırlı kimseler fena makamına erişip ihlası bulamadıklarında bunların günahkar olması gerekmez mi?” denilemez. Zira bu kimseler İhlasın bir türüne sahiptir.
                Fenâya bağlı olan ihlas ise bütün ihlas şubelerini kuşatan en mükemmel seviyedeki ihlastır. Bu sebepledir ki, ehlullah; “Fena fillah olmadıkça ihlas ele geçmez yerine fenâ fillah olmadıkça ihlasın hakikatine erişilmez.” sözünü tercih etmiştir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.