Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

59. MEKTUP

0 107
59. Mektup
·         Seyyid Mahmud’a göndermiştir.
       Kurtuluşun üç şeyle mümkün olacağı; ehl-i sünnete uymadıkça kurtuluşun düşünülemeyeceği; ilim ve ame­lin şeriata ihlasın ise sûfilerin yoluna bağlı bulunduğu
 
                Allah (c.c.) bizleri Peygamberimizin şeriatı üzere istikamet ve yüce zatına tamamen yönelmekle rızıklandırsın.
                Değerli ısmarlamanızı içeren kıymetli mektubunuz geldi ve sevinmemize sebep oldu. Dervişlere duyulan sevgi ve garipler tai­fesine olan samimiyeti bildiren mukaddimeler açıklığa kavuştu.
                Ey Allah’ım! Bu sevgiyi artır. Mukaddimelerde ayrıca bir ta­kım nasihatlerin de talebi bulunmaktaydı.
                Aziz kardeşim bilmelisin ki, ebedi kurtuluşa erişmek için üç şeyin elde edilmesi insan için kaçınılmazdır. Bu üç şey ilim, amel ve ihlastır. İlim iki kısımdır. Bir kısım vardır ki, bundan maksat ameldir. Bu ilmin açıklamasını fıkıh ilmi üstlenmiştir. Diğer bir kı­sım vardır ki, bundan maksat da sadece kalbî yakin (kesin kanaat) ve inançtır. Bu kısım, “Fırka-yı Naciye” yi temsil eden Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat alimlerinin görüşleri doğrultusunda Kelam ilminde bü­tün tafsilatıyla açıklanmaktadır. Ehl-i Sünnet büyüklerinin yoluna uymadıkça kimsenin kurtuluş beklemeye dahi hakkı yoktur. Eğer kıl kadar bunlara aykırılık söz konusu olursa iş tehlikede demek­tir. Bu tesbit güvenilir keşif ve açık ilham açısından da kesinlik ka­zanmıştır. Bunun aksi olma ihtimali yoktur.
                Ehl-i Sünnet büyüklerinin yoluna tabi olmaya ve onları taklid etmeye muvaffak olana ne mutlu! Bunlara aykırı yol tutan­lara da yazıklar olsun! Onların yolundan ayrılan ve ana esaslarını reddederek bunların cemaatından ayrılan kimse hem kendi sap­mıştır hem de başkalarını saptırmıştır.
                Ehl-i Sünnete muhalif olan bu kimseler, Allah’ın ahirette görülebileceğini ve şefaati inkar etmişlerdir. Resûlullah (s.a.v.) ile be­raber olmanın ne kadar fazilet ifade ettiğini ve Sahâbe-î kiramın üstünlüğünü görememiş Peygamberimizin ailesine ve Fatıma (r.a.) validemizin evlatlarına muhabbetten mahrum kalarak Ehl-i Sünnetin nail olduğu bir çok hayırdan geri kalmışlardır. Sahâbe-î kiram, kendi aralarında en üstün kişinin Ebû Bekir (r.a.) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
                Sahabenin hallerini en iyi bilen biri olarak İmam Şafii (rh.a.) der ki, “İnsanlar Resûlullah’ dan (s.a.v.) sonra zora düştü ve gök kubbe­nin altında Ebû Bekir r.a.’dan daha hayırlı birini bulamadılar ve onu başlarına halife seçtiler.”
                İmam Şafii’nin bu sözü açıkça işaret etmektedir ki, Sahâbe-î kiram Ebû Bekir’in (r.a.) en üstün kişi olduğu konusunda ittifak etmiştir. Bu da, onun sahabenin en üstünü olduğu konusunda icma olduğunu gösterir. Dolayısıyla Ebû Bekir’ in (r.a.) en üstün olduğu hükmü kesin olup inkar edilemez.
Resûlullah’ın (s.a.v.) ehl-i beyti de Nuh’un (a.s.) gemisi gibi­dir. Ona binen kurtulur, geri kalan ise helak olur. Bazı arifler der ki, Resûlullah (s.a.v.) ashabını yıldızlara benzetmiştir.218  “Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar.”219
                Resûlullah (s.a.v.) kendi ailesini de Nuh’un (a.s.) gemisine benzetmiştir. Bu da gösteriyor ki, Nuh’un {a.s.) gemisine binenlerin helâkten emin olmak için mutlaka yıldızları takip etmesi gerekir. Yıldızları gözetmedikçe kurtuluş imkansızdır.
                Şu da bilinmelidir ki, onların birini inkar etmek hepsini inkar etmek gibidir. Zira onlar Resûlullah (s.a.v.) ile beraber olma nime­tinde ortaktırlar. Peygamberle beraber olma fazileti ise bütün fazi­let ve kemâlâtın üstündedir. Bu nedenle tabiinin en hayırlısı olan Veysel Karani, Peygamberimizle beraber olanların en aşağı dere­cesinde olan kimsenin bile seviyesine erişememiştir.
                Ne olursa olsun, Peygamberle birlikte olma şerefine denk hiçbir şey yoktur. Nitekim onların imanı, Peygamberle beraberlik­leri ve vahyin inişine şahid olmaları vesilesiyle müşahedeye daya­lıdır. Sahabeden sonra imanın bu derecesi hiç kimseye nasip ol­mamıştır. Ameller ise imanın dalları mesabesindedir. Bu bakım­dan amellerin olgunluğu imanın olgunluğuna bağlıdır.
                Sahabe arasında cereyan eden bazı görüş ayrılıkları ve siyasi tartışmalar, onların üstün şahsiyetlerine yaraşan iyi gerekçelere dayandırılmalıdır. Bu tartışmalar nefsanî arzuları ve cahillikleri sebebiyle olmamıştır. Aslında bu olaylar dini ictihad ve bilgiden kaynaklanmıştır. Onların bir kısmı ictihadında hata etmiş olsa bile, hata edene de Allah katında mükafat vardır. İşte bu, ifrat ve tefrit arasında bulunan Ehl-i Sünnetin seçtiği orta yoldur. Ayrıca en gü­venli ve sağlam yol da budur.
                Özetle ilim ve amel şeriattan alınır, ilim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlasın tedariki ise sûfilerin yollarına gir­meye bağlıdır. Sâlik seyr-i ilallah mesafelerini kat etmedikçe ve seyr-i fillahmertebesine varmadıkça İhlasın hakikatından uzak, bu işin ehli olanların sahip olduğu İhlasın kemâlâtından da mahrum­dur.
                Şurası bir gerçek ki, genel olarak bütün müminler, gayret göstermeleri durumunda kısmen de olsa bazı amellerde ihlas gös­terebilirler. Fakat burada söz konusu ettiğimiz ihlas; bütün fiil, söz, hareket ve tavırlarımızda gayret göstermeden kendiliğinden gerçekleşen ihlastır. Bu ihlas, afaki ve enfüsi ilahların yok edilmesine bağlıdır. Bu da fena, beka ve velayeti hassa makamlarına var­dıktan sonra ele geçer. Ayrıca çalışıp çabaladıktan sonra zorla ele geçen ihlas sürekli değildir. Hakka’l-yakîn makamı olan İhlasın sürekli olması için bunun hiç zorlanmadan kendiliğinden ele geç­mesi gerekir.
                Allah’ın veli kulları ne yaparlarsa kendilerini tatmin için de­ğil, bunu sadece Allah için yaparlar. Zira onların nefisleri Hakk’ a kurban olmuştur. Bu sebeple ihlas sağlamak için onların niyetleri­ni düzeltmeye ihtiyaçları yoktur. Nitekim fenâ fillah ve beka billâh olmakla onlar daha baştan niyetlerini düzeltmişlerdir.
                Mesela nefsinin elinde esir olan bir kimse, her ne yaparsa onu nefsi için yapar. Niyeti böyle olsa da olmasa da durum değişmez. Nefsiyle olan bu alakası kesilip onun boyunduruğun­dan kurtularak Hak Teâlâ ile alaka kurmaya başladığında artık yaptığı her işi Allah için yapacaktır. Böyle niyet etse de etmese de durum değişmez. Zira niyete ancak ihtimal söz konusu olduğunda ihtiyaç duyulur. Ama maksat kesin olarak belirginleştiğinde niyet ile maksadı ayrıca belirlemeye hacet yoktur.
                “Bu Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir”220
                Sürekli ihlas sahibi kimse muhlas kullardandır. İhlası sürekli olmayan ve ihlası sağlamak için devamlı çaba harcamak zorunda kalan kimse muhlislerdendir. Aralarında ne kadar fark vardır!
                Kişinin, sûfilerin yolunu takip ederek ilim ve amel bakımından sağladığı fayda, kelami ve istidlali olan bilgilerin keşfiye dönüşmesi, amelleri yerine getirirken tam bir kolaylık hissedilmesi ve nefis ve şeytan tarafından kaynaklanan tembelliğin kaybolmasıdır.
                               Bunlar öyle saadetlerdir ki! Kim bilir kimin nasibidir.
                Evvel ve ahir selam ile.
218  Deylemi, el-Firdevs, nr. 6497. Hallal, es-Sünne, nr. 768. Abd bin Hümeyd, Müsned,nr. 783. Hadis hakkında daha geniş bilgi için bk., İbn-i Hacer, Telhisu’l-habir, 4/190,191. Beyhaki, el-İtikat, s.180
219 Nahl, 16
220 Cuma, 4

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.