Daimi Huzur
Huzura giden yolun ışığı olmak için çalışıyoruz...

73. MEKTUP

0 96
73. MEKTUP
·         Kılıcullah b. Kılıc Han’a yazılmış
·         Dünya ve dünya ehlinin yerilmesi; faydasız ilimlerin tah­silini terk ve gereksiz mubahlardan uzak durmak; hayırla­ra ve salih amellere teşvik vb. meseleler
 
 
            Allah Sübhânehû bizi Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) yolu üzerinde istikâmet ile rızıklandırsın. Salât, selam ve tahiyyat ebedi olarak o yolun sahibi üzerine olsun.
            Ey oğul! Bu dünya bir imtihan ve sıkıntı yeridir. Zâhiri, envâi çe­şit süslerle tezyin edilmiş ve bezenmiştir. Yüzü renk renk beneklerle ve çizgilerle renklendirilmiş, saç örgüleriyle ve sahte yanaklarla zora­ki güzelleştirilmiş çirkin bir kadının yüzüne benzer.
            İlk bakışta hoş gözükür. Güzel, taze, körpe ve parıltılı bir şekilde olduğu sanılır. Gerçekte ise üzerine güzel koku serpilmiş bir leşe, kurtların ve sineklerin üşüştüğü bir çöplüğe benzer. Susuz insanın su zannettiği bir serap ve şeker görüntüsünde bir zehir olup gerçekte harabe ve devamı olmayan bir andır. Bu çirkinliği ve kaba-sabalığı ile beraber kendine râm olanlara karşı muamelesi söylenenlerden ve anlatılanlardan çok daha şerlidir.
            Ona aşık olan sefih ve çarpılmış addedilir. Ona tutulan deli ve aldatılmıştır. Her kim ki onun zâhirine meftun olur, onun yüzüne ebedî hüsran damgası vurulur. Onun tadına bakan ve güzelliğini temaşa edenin nasîbi sonsuz bir pişmanlıktır.
            Kainatın Efendisi, Âlemlerin Rabbi’nin Habibi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; “Dünya ve ahiret iki kuma gibidir. Biri razı olsa diğeri darılır.1
            O halde kim dünyayı razı ederse âhireti kendisine darıltmış olur ve kesinlikle âhiretten nasibi olmaz. Allah Sübhânehû dünyaya ve dünya ehline muhabbet beslemekten sizi ve bizi korusun.
            Ey oğul! “Dünya” nedir bilir misin? Kadınlar, oğullar, mallar, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhânehû’dan uzaklaştıran ve Ona ulaşmanı engelleyen her şey “dünya”dır. Boş şeylerle meşgul olmak da “dünya’nın tanımına dahildir.
            Ahiret işleriyle ilgisi olmayan ilimler de “dünya”dan kabul edilir. İlm-i Nucûm (astronomi), mantık, geometri, aritmetik vb. faydasız ilimleri tahsil etmek faydalı olsaydı filozoflar kurtuluşa ererdi.
            Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ’nın kulandan yüz çevirdiğinin göstergesi kulun “mâlâyani” işlerle meşgul olmasıdır” 2
                            Kim kalbinde hardal tanesi kadar da olsa
                        Hak aşkının dışında bir şey barındırırsa bil ki o hastalıktır.
            Namaz vakitlerini bilmek için astronomini öğrenmenin gerekli olduğunu söyleyenler, “namaz vakitlerinin bilinmesi ancak astronominin öğrenilmesiyle mümkündür” şeklinde bir şey kastetmiyorlar. Kastettikleri astronominin vakitleri bilme yöntemlerinden bir tanesi olduğudur. İnsanların çoğu astronomiden haberleri olmamasına rağmen namaz va­kitlerini astronomi âlimlerinden çok daha iyi bilmektedir. Yine bu meyanda mantık, aritmetik vb. ilimlerin genel anlamda bazı Şeriat ilimlerinin anlaşılmasında katkısı olduğunu belirtmişlerdir.
            Hülasa bu ilimler ile meşgul olmak için ancak zorlama bir cevâz bu­lunabilir ki bu cevâz da şu şarta bağlıdır: Bu ilimlerin öğrenilmesi şer’î hükümleri bilmek ve Kelâmî delilleri güçlendirmek gâyesine dönük ol­malıdır. Aksi taktirde bu ilimlerle meşgul olmak kesinlikle caiz olmaz.
            İnsaflı düşünmek gerekir; Mubah bir işle meşgul olmak, bir vâcibin kaçırılmasına ya da ihmal edilmesine sebep oluyorsa bu iş mubahlıktan çıkar mı çıkmaz mı? Şurası bir gerçektir ki bu ilimlerle meşgul olmak za­rurî olan şeriat ilimlerinin ihmal edilmesine sebep olmaktadır.
            Ey oğul! Hak Sübhânehû sonsuz inâyetiyle sana yardım etti ve böylece seni gençliğinin baharında tevbe etmeye muvaffak kıldı. Yü­ce Nakşi silsilesi dervişlerinden birinin eliyle seni tarikata intisaba muvaffak kıldı.
            Hâlâ o tevbeye sadık mısın yoksa albenili, sahte ve geçici güzel­liklerle nefsin seni aldattı mı bilmiyorum.
            Tevbede sebat edip istikamet üzere olmak zordur. Zira gençliği­nin baharındasın. Dünya malına ulaşma vesileleri kolaydır. Akranla­rının çoğu da bu anlamda uygun değildir.
            Ey oğul! Esas mesele, mubahların fazlasından kaçınmak ve zarûret miktarıyla yetinmektir. Bunu da kulluk vazifelerini yerine getire­bilmek için kuvvet ve cem’iyyet kazanmak niyeti ile yapmalı. Örne­ğin yemekten amaç Allah Teâlâ’ya itaat edebilmek için güç ve kuvvet kazanmaktır. Giyinmekten maksat avret yerlerini örtmek, soğuk ve sıcağa karşı korunmaktır. Diğer zarurî mubahlar da bu şekilde değer­lendirilmelidir.
            Nakşı büyükleri azimetle amel etmeyi tercih etmişler ve mümkün mertebe ruhsatlardan kaçınmışlardır. Zarûret miktarı ile yetinmek azi­mettir. Bu yüce davranışa ulaşmak mümkün olmazsa en azından mu­bahların dairesini aşıp da şüpheli ve haram olan bir alana kaymamalıdır.
            Allah Sübhânehû bütün cömertliğini sergileyerek birçok nimetten tam olarak faydalanmayı mubah kılmış ve bu nimetlerden faydalanma alanını da oldukça geniş tutmuştur. Bütün bu nimetler bir tarafa, hangi saadet, kulun davranışı mukabilinde Mevla’nın razı ve hoşnut olması durumuna denk olabilir?! Ve hangi eza, davranışları sebebiyle efendisinin gazabını almış bir kulun ezasına denk olabilir?!
            Allahu Teâlâ’nın cennetteki rıza ve hoşnutluğu cennetten daha hayırlıdır. Allah Teâlânın cehennemdeki gazabı cehennemden daha şerlidir. İnsanın kendi çocuğunu dilediğini yapması konusunda başıboş bırakmaması gibi, insan da Mevlâ’nın mahkum bir kuludur.
            Tefekkür etmek, basiretli olmak ve kalbi çalıştırmak gerekir. Yarın kıyamet gününde pişman olmak ve hüsrâna uğramaktan öte bir şey yoktur. Amel işleme zamanı şüphesiz gençlik zamanıdır. Akıllı olan, hayatının bu dönemini zayi etmeyip fırsatı değerlendirir. Çünkü mesele kapalıdır; ihtiyarlık çağına ulaşamamak da söz konusu. Ulaşılsa da cem’iyyet mümkün olmayabilir. Bunun da mümkün olduğunu farz etsek bile zaafın ve acziyetin insanı kuşattığı bu ihtiyarlık döneminde insan, amellerini tam olarak yerine getirmeye güç yetiremeyebilir. Ama şu an cem’iyyet sebeplerinin hepsi mevcuttur.
            Anne ve babanın hayatta olması da yine Hak Sübhânehû’nun sana sunmuş olduğu fırsatlardandır. Çünkü senin maişetin onların üzerindedir, geçimini onlar temin etmektedir. Zaman fırsatları değerlendirilme zamanıdır, güç ve iktidar dönemidir. O halde bu günün işini yarına bırakmanın ve “sonra yaparım” düşüncesine kapılmanın ne mazereti olabilir ki? Hangi özür bu ihmali meşrulaştırır? Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sonra yaparım düşüncesiyle yapacağı işleri ihmal edenler helak oldu.”3
            Evet, bu gün ahiret işleriyle olan meşguliyetin, dünyevî anlamda önemi olan bayağı ve adî işleri yarına ertelemene ve ihmal etmene sebep oluyorsa gerçekten çok güzel! Ancak bunun aksi bir durum, yani dünya meşgaleleri uğruna ahiret işlerini erteleme ve ihmal etme ise gerçekten çok çirkin bir durumdur. Gençliğin baharında, nefis ve şeytan gibi din düşmanlarının insanı kuşattığı bir zamanda yapılan az bir amelin itibarı diğer zamanlarda yapılan amellerin kat kat üstündedir. Bu durum şu askeri kabule benzer;  Cesur, güçlü ve atilgan olan askerlerin, düşman istilası esnasında itibarları daha fazladır.  Onların bu esnadaki basit bir gayreti ve ufak bir sebatı bile büyük itibar görür. Aynı davranış ve tutum düşmanın şerrinden emin olunduğu zamanlarda aynı itibarı görmez.
            Ey oğul! Tüm mevcudatın hülâsası olan insanın yaratılmasından maksat oyun ve eğlence değildir. Yemek, içmek ve uyumak da değildir. Bilakis yaratılıştaki amaç insanın kulluk vazifelerinin yerine getirmesi; Allah Teâlâ’ya karşı zillet, acziyet, iftikâr (muhtaç olduğunu bilme) ile birlikte Allah Subhanehû Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine dâimi bir iltica ve boyun eğme durumuna ulaşmasıdır.
            Şerîat-ı Muhammedi’nin getirdiği ibadetlerin edasının amacı, kulların menfaatleri ve maslahatlarıdır. Yoksa bu ibadetlerin, Şânı yüce olan Cenab-ı Kudsî Teâlâ’ya bir yararı yoktur. O halde bu ibadetler sonsuz bir minnettarlık ve şükran duygusu içinde yerine getirilmeli ve bu emirlere boyun eğip sarılmak ve yasaklardan kaçınmak için elden gelen gayret gösterilmelidir.
            Allah Sübhânehû, mutlak olarak hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde emirler ve yasaklar koymakla kullarına ikramda bulunmuştur. Öyleyse bu büyük nimete lâyıkıyla şükretmemiz, minnettarlık ve şükran duyguları içinde şeriatın hükümlerini yerine getirmek için çaba sarf etmemiz gerekir.
            Ey oğul! Bilmek gerekir ki zâhirî bir güce ve şeklî bir mevkiye ya da makama sahip olan dünya ehlinden biri, emrinde bulunanlardan birine faydası yine kendine dönen bir iş vererek iyilik yapsa, şüphesiz o iyilikten bu işin yapılmasını isteyen kişi de fayda görür. İşi yapan kişi ise bu işi çok yüce kabul ederek şöyle der: “Değerli ve saygın bir zat beni bu işle görevlendirmiştir. O halde bu işi sonsuz bir minnet ve şükran duygusu içinde yerine getirmeliyim, severek yapmalıyım.”
            Nasıl bir belâ inmiş ve ne tür bir musibet gelmiştir?! Allah Celle Şanuhû’nun azameti bu âciz şahsın büyüklüğünden daha mı aşağıdadır ki azameti tartışmasız olan Hak Sübhânehu’nun emirlerini yerine getirmek için gayret edilmez. Utanmak ve tavşan uykusundan uyanmak gerekir.
            Allah Sübhânehû’nun emirlerini ihmal etmenin iki sebebi vardır: Ya Şeriatın getirdiği hükümleri yalanlamak ya da Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin azametini dünya ehlinin büyüklüğünden daha düşük görerek önemsememek. Her iki durumunda ne denli şenî ve çirkin olduğunu iyi anlamak gerekir.
            Ey oğul! Yalan söylediği defalarca tecrübe ve tespit edilmiş bir şahıs, bir topluluğu işgal etmek amacıyla geceleyin düşmanın hücum edeceğini haber verse, o toplumdaki akıllı insanlar, bunu söyleyen kişinin yalancı biri olduğunu bildikleri halde, tehlike ihtimali söz konusu olan bir durumdan kaçınmak gerektiği için, yurtlarını korumaya çalışırlar. Gerekli önlemleri alırlar ve bu belayı def etme konusunda kafa yorarlar.
            Muhbir-i Sâdık (hep doğruyu haber veren) olan Resûlullah (s.a.v.) âhiret azabını bütün açıklığıyla haber vermiş olduğu halde insanlar bundan hiçbir şekilde etkilenmediler. Etkilenmiş olsalardı rahatsız olurlar ve âhiret azabından korunmak için ellerinden geleni yaparlardı. Üstelik yine Muhbir-i Sadık’ın (s.a.v.) bildirmesiyle o azaptan kurtulmanın yollarını da bilmekteler.
            Muhbir-i Sâdık olan Resûlullah’ın (s.a.v.) getirmiş olduğu habere bir yalancının getirdiği haber kadar değer vermeyen bir insanın îmânı ne kötü bir îmândır. Şeklî bir İslam’ın, insanın kurtuluşunda hiç bir faydası yoktur. Bilakis kurtuluş için yakîni elde etmek kaçınılmazdır. Ama bırakın yakîni, zannın hatta vehmin bile yeri kalmadı.
            Akıllı insanlar, içinde tehlike ve korku ihtimali söz konusu olan durumlarda vehme de itibar edip tedbir alırlar. Yine bu meyanda Allah Teâlâ Yüce Kitabında şöyle buyurur: “Allah yaptıklarınızı görmektedir” (Hucurat: 18)
                Buna rağmen insanlar bu çirkin işleri yapıyorlar. Halbuki onlar değersiz bir şahsın kendilerini gördüğünü hissetseler o çirkin işi kesinlikle yapmazlar.
            Bu hal in iki sebebi vardır: Ya Hak Sübhânehû’nun verdiği haberi yalanlıyorlar, ya da yaptıkları işleri Allah Teâlâ’nın gördüğünü kabul etmiyorlar.
            Öyleyse bu tür bir tutum îmân mıdır yoksa küfür müdür? O halde bu genç, “Lâ ilahe illallah sözüyle îmânınızı yenileyiniz4  hadisi şerifinden hareketle îmanını tazelemeli. Allah Sübhânehu’nun razı olmadığı işlerden dolayı da tekrar bir tevbe-i nasûhda bulunarak haram ve yasak olan davranışlardan kaçınmalı, beş vakit namazı cemaatle eda etmeli ve mümkünse teheccüde kalkmalıdır. Teheccüd namazı ne güzel bir saadet ve ne mükemmel bir mutluluktur, bir bilseniz!
            Zekat vermek de İslam’ın rükünlerindendir ve kesinlikle yerine getirilmelidir. Zekatı eda etmenin en kolay yolu, her sene zekat niyetiyle fakirlerin hakkı olan malı bir kenara ayırarak muhafaza etmeli ve sene boyunca zekatın verileceği yerlere vermelidir. Böyle yapılması durumunda zekat verilirken her defasında niyet gerekmeyip ilk başta zekat malını ayırırken yapılan tek niyet yeterli olur.
            Bilindiği gibi sene boyunca fakirlere ve zekat alabilenlere verilen malın miktarı ne kadar olursa olsun zekat niyetiyle verilmedikçe, bu verilenler zekattan sayılmaz. Ancak yukarda sözünü ettiğimiz tarzda bir uygulama yapılırsa hem zekat borcu zimmetten düşmüş olur hem de sıkıntıya girmeden, kolaylıkla bu yükten kurtulmuş olunur.
            Eğer sene boyunca ayrılan zekat miktarının hepsi fakirlere verilmemiş de bir miktar geride kalmışsa onu muhafaza altına almalı ve diğer mallara karıştırmamalıdır.
            Bu zekat verme usûlü her sene uygulanmalıdır. Fakirlerin malı ayrılıp bir kenara konulduğu takdirde onu yerine ulaştırmak bu gün mümkün olmasa bile yarın mümkün olur.
            Ey oğul! Nefis bizatihi çok cimridir ve Allah Teâlâ’nın hükümlerini yerine getirmekten daima kaçar. Şüphesiz söz rifkatle ve yumuşaklıkla sâdır oluyor (bakma böyle yumuşak konuştuğuma ve sana müsamahakar davrandığıma). Yoksa mal mülk hepsi Allah’ın hakkıdır. Kul hangi hakla bu hakkı bekletir ve erteler? Bilakis onu tam bir minnettarlık ve şükran duygusuyla, zevk alarak edâ etmek icab eder.
            Aynı şekilde ibadetlerin edasında nefsin arzularına uyup gevşek davranmamalı ve kul haklarını ödemek için azamî çaba sarf edilmelidir ki boynunda kimsenin hakkı kalmasın. Burada yani dünyada kul hakkını ödemek kolaydır. Şöyle ki yumuşaklıkla ve nezaketle o haktan kurtulmak mümkün olabilir. Ama bu iş âhirete kalırsa, çözümü mümkün olmayan bir probleme dönüşür.
            Şer’î hükümleri açıklama işi ve fetva, ahiret ulemasından istenir. Çünkü onların sözü tesirli olur ve umulur ki nefeslerinin bereketiyle, amellerin edasında muvaffakiyet sağlanır.
            İlmi, dünyalık makam mevki edinmeye bir araç olarak kullanan “dünya âlimlerinden” uzak durmak gerekir. Ancak takva ehli âlimlerin bulunmaması durumunda onlara zarûret icabı ve zarûretin gerektirdiği kadar müracaat edilebilir.
            Hacı Miyân Muhammed el-Etra oradaki mütedeyyin âlimlerdendir. Şeyh Ali el-Etra da ashâbınızdandır. Bu iki şahsın her biri o taraflar için birer ganimet ve hazinedir. Şer’î meselelerin tahkiki için onlara müracaat etmek en uygun olanıdır.
            Ey oğul! Ehl-i dünya ile bizim ne işimiz olabilir ve aramızda ne tür bir ilişki olabilir ki onların iyiliğinden ya da kötülüğünden söz edelim! Bu konudaki şer’î nasihatler en sahih ve en mükemmel şekliyle vârid olmuştur.
                        “En kesin ve üstün delil, Allah’ındır” (En am: 149)
            Ama bu genç, dervişlere müracaat edip intisap ederek (tarikat dersi alarak) onlara katılınca bu kalp çoğu zaman onun hallerine teveccüh etmeye başladı ve bu teveccüh bir takım sözlerin söylenmesine sebep oldu.
            Bu nasihatlerin ve meselelerin bir çoğu o gence ulaştı. Ancak maksat sadece bilgi sahibi olmak değil bilgiyle amel etmektir! Hasta, hastalığını tedavi edecek ilacı bilse bile, o ilacı kullanmadıkça ilacın bir faydasını göremez!
            Bütün bu teyitler ve ısrarlar “amelin” öneminden dolayıdır. Çünkü amelden uzak olan ilim kıyamet günü sahibinin aleyhine delil olacaktır. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
            “Kıyamet günü, azabın en şiddetlisine ve en kötüsüne düşecek olan, ilminin faydasını görmeyen âlimdir.” 5
            O genç bilmeli ki daha önceki intisabı, cem’iyyet ehli ile olan sohbetinin azlığı sebebiyle sonuç vermemiş olsa bile o intisâbı, kendisinde bu yolda ilerlemeye elverişli güzel bir istidat cevherinin bulunduğunu haber vermiştir. Bu intisabı sebebiyle Allah Sübhânehu’nun razı olduğu şeylere onu ulaştırmasını ve kurtulanlardan kılmasını umarız.
            Her halükarda bu taifenin sevgi ilmeğinden sıyrılmamak ve bu insanların arasına sığınmayı ve yalvarmayı şiar edinmek gerekir. Bu taifeye muhabbet yoluyla Hak Sübhânehû’nun muhabbetinin teşrifini beklemeli ve onun zâtına tam manasıyla bağlanıp bir bütün ol[1]arak kirlerden ve çirkinliklerden arınmalıdır.
                                               Aşk öyle bir ateştir ki yakar kül eder,
                                               Bakî olan sevgilinin dışındaki her şeyi!


  Benzer rivayetler için Bk., Ahmed, Müsned, 6/638, tır. 19933, 19934; Kitabü’z-Zühd, nr. 162; İbnu Hibbân, nr, 709; Hakim, Müstedrek, nr. 7853, 7897; Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra nr. 6308; Rûyani,Müsned, nr. 578, 579; Ukayli, ed-Duafa, nr. 965; İbnu’l Mübârek, Kitabü’z-Zühd, nr, 594.
2   Tirmizi, nr, 2324, 2325; ibnu Mâce, nr. 3976.
3   Farklı lafızlarla rivayeti için bk., Deylemî, el-Firdevs, 2420; el-Hatib el-Bağdâdi, Tarihu Bağdad, 5936.
4   Ahmed, el-Müsned, nr. 8695; Hâkim, el-Müstedrek, nr. 7658
5   et-Taberânî, es-Sağir, nr. 507; eş-Şihab, el-Müsned, nr, 1121; Beyhakî, Şu’abul-Îmân,
     nr. 1777.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.